
572 items found for ""
- İNSAN-75 | Yuzu Magazine
August 2024 | Vol 13 TR BELOW I SEE BODRUM JUST AS I WANT TO SEE words Mehmet Öksüz E veryone has a Bodrum. Or a Bodrum for everyone. This coastal town, where I was born and grow up, offers me what I want see. This is a place that doesn't come down on me. I love this so much. My mother is from Rhodes, and my father is from Crete. They migrated to Bodrum during the population exchange period. I grew up in Kumbahçe which is one of the neighborhoods with the most beautiful beach. Two stores and one bakery. We did not use to lock our door. Here, there are terrace roofs. My cousins and I used to eat watermelon on the roof and sleep under the stars. In a west-facing house next to Zeki Müren's house. Imagine a neighborhood whose every street takes to the sea. The rhythms of the Halikarnas disco and the smell of jasmine flowers. Of course, our elders always say, "The 80s were completely different". But, ı am lucky. I had to chance to experience some beautiful aspects of Bodrum. THERE IS SUCH A THING AS A BODRUM SANDAL My parents were shopkeepers. My grandfather sold Bodrum sponge. Lots of foreign tourists. I'm not exaggerating, everyone brought home a fortune. A wealth, a happiness. Qualified stalls, authentic shops and all the beauty I witnessed... There is such a thing as a Bodrum sandal. The property owner did not use to increase the rent just so that the man could continue that job. Those who produced geographically valuable works were respected by the craftsman. Now they are much less. But, ı am lucky. I see Bodrum as I want to see it. I am wearing those glasses. I've stopped sighing about it now. It is like a nostalgic and retrospective dream. Maybe, a little illusion. I still love living here. THE ONLY PLACE THAT MAKES ME FEEL LIKE BODRUM Since my childhood, my curiosity on architecture has encouraged me to choose what is beautiful in perception. Sociocultural and economic diversity has been reflected in spaces and streets. Needs have changed. Those coming from big cities have searched for comfort. They have covered the peninsula and made it an elite place. But, the place that makes me feel like Bodrum will always be the center of Bodrum. There are nostalgic and unchanging places in the center of Bodrum. Like Sakallı Köfteci, Çakır Ali and Tepecik Döner. If I want to eat something like a sandwich, I definitely prefer them. Since I moved to my new home, I've also gotten into the habit of going to restaurants in my neighborhood. I prefer light food for lunch. If I want to eat something local, my choice is definitely Kısmet Lokantası. UNTOUCHED BAYS, BREATHTAKING SUNSETS Recently we also got a boat. Oh! Sailing to untouched bays, breathtaking sunsets. Ada Boğazı is one of the places I like the most. It's great to wake up there in the morning and watch the sunset. When I want to relax, I prefer Kissebükü, Pabuç or Poyraz Bay. The silhouettes of the coasts are just perfect... SO MANY BEAUTIFUL BAYS ARE FILLED WITH UNPLEASANT HOUSES As someone who rides a bicycle from home to work, Yalıkavak, Gündoğan and Türkbükü are always far away from me. Since it is exposed to the northeast wind, the sea is not very clear. That is why I do not like it at all. Of course, resort life is very popular in our city. Construction companies have built houses very close to each other in Bodrum. All these beautiful bays are filled with houses that are not pleasing to the eye. Even a summer resident pays a terrible price in a year just to live in the house for a few months. Of course, if the buyer and the seller are satisfied, there is nothing for me to say. May everyone be happy. I love Demir Evleri, which are very close to Amanruya hotel. They are wonderful living areas. They should be seen. Inspiration should be gained. In addition, Bodrum is full of new experiences gastronomically. I like that. I like the fact that there are more places where we can put on our best dresses and go. NEW ADDRESS of GİBİ BODRUM There used to be a beachwear brand in the new address of Gibi Bodrum. It was a very attractive and mysterious shop. With its huge bougainvillea, Mykonos red windows and white limestone... But this beautiful building was not well maintained. We protected the building, maintained it and arranged its courtyard. This is one of the very few stone houses with a preserved silhouette in Bodrum Marina. To be here means so much luck and happiness! BODRUM’U GÖRMEK İSTEDİĞİM GİBİ GÖRÜYORUM H erkesin bir Bodrum’u var. Ya da herkese göre bir Bodrum. Benim için doğup büyüdüğüm bu sahil kasabası ben ne görmek istersem o. Üstüme üstüme gelmeyen bir yer burası. Bunu çok seviyorum. Anne tarafı Rodos, baba tarafım Giritli. Mübadele zamanı göçmüşler Bodrum’a. Sahille ilişkisi en güzel olan semtlerden birinde, Kumbahçe’de büyüdüm. İki dükkân, bir fırın. Kapı falan kilitlemezdik. Teras çatılar vardır burada. Kuzenlerimle damda karpuz yiyip yıldızlarla uyurduk. Zeki Müren ile komşu, batıya bakan bir evde. Her sokağı denize açılan bir mahalle düşünün. Kulaklarımda Halikarnas diskosunun ritimleri, burnumda yasemin çiçekleri. Tabii eskiler hep anlatır, “80 ler bambaşkaydı” diye. Ama olsun. Ben ucundan da olsa bazı güzel katmanlarını yakaladım Bodrum’un. BODRUM SANDALETİ DİYE BİR ŞEY VARDIR Ailem çarşı esnafıydı. Dedem Bodrum süngeri satardı. Yığınla yabancı turist. Hiç abartmıyorum, herkes evine çuvalla para getirirdi. Bir bereket, bir mutluluk. Nitelikli tezgâhlar, otantik dükkânlar ve maruz kaldığım onca güzellik… Bodrum sandaleti diye bir şey vardır. Sırf o işi o adam devam ettirebilsin diye mal sahibi kirayı artırmazdı. Çoğrafik değerde zanaat üretene saygısı vardı esnafın ve ona yardımcı olunurdu. Şimdi hepsi çok daha az. Ama olsun! Görmek istediğim gibi görüyorum Bodrum’u. Takıyorum o gözlükleri. Vah vah etmeyi artık bıraktım. Nostaljik ve retrospektif bir rüya gibi. Belki de biraz ilüzyon. Burada yaşamayı hâlâ çok seviyorum. BANA BODRUM GİBİ HİSSETTİREN TEK YER Çocukluğumdan bu yana mimariye olan merakım beni algıda güzel olanı seçmeye teşvik etti. Sosyokültürel ve ekonomik çeşitlilik mekanlara ve sokaklara da yansıdı. İhtiyaçlar değişti. Büyükşehirden gelen konfor aradı. Yarımadayı kapladı, elitleştirdi. Ama bana Bodrum gibi hissettiren yer, hep Bodrum merkez olacak. Bodrum merkezde nostaljik, değişmeyen bazı yerler var. Sakallı Köfteci, Çakır Ali ve Tepecik Döner gibi. Ekmek arası bir şey yemek istersem mutlaka oraları tercih ediyorum. Yeni evime taşındığımdan beri yakınımdaki lokantalara gitme alışkanlığı da edindim. Öğlen hafif yemek seviyorum. Yöresel bir şey yemek istediğimde ise mutlaka Kısmet Lokantası. BAKİR KOYLAR, NEFİS GÜN BATIMLARI Son dönemde bir de kayık edindik. Oh! Ver elini bakir koylar, nefis gün batımları. Ada Boğazı gitmekten en çok keyif aldığım yerlerin başında geliyor. Sabah orada uyanmak ve günü orada batırmak şahane. Biraz sükunet istediğimde ise Kissebükü, Pabuç ya da Poyraz Koyu’nu tercih ediyorum. Kıyı siluetleri nefis… ONCA GÜZEL KOY METREKARE BUDALASI KUTULARLA DOLU Bisikletle evden işe giden biri olarak Yalıkavak, Gündoğan, Türkbükü tarafları bana hep uzak gelir. Poyraz rüzgârına açık olduğundan denizi de pek berrak değildir. Bu nedenle çok tercih etmiyorum. Elbette resort yaşamı kasabamızda çok revaçta. İnşaat firmaları çok sıkışık yaşamlar kurdular Bodrum’da. Onca güzel koy metrekare budalası kutularla doldu. Yazlıkçı bir resort sakini bile sadece evinde birkaç ay yaşamak için bir yılda korkunç bedeller ödüyor. Alan ve satan memnunsa diyecek bir şey yok tabii. Herkes mutlu olsun. Amanruya oteline çok yakın olan Demir Evleri’ne ise bayılıyorum. Müthiş bir yaşam kümesi. Gidip görülmeli. İlham alınmalı. Bir yandan gastronomik olarak da yeni deneyimlerle dolu Bodrum. Bunu seviyorum. Süslenip püslenip gidebildiğimiz yerlerin artması hoşuma gidiyor. GİBİ BODRUM’UN YENİ ADRESİ Gibi Bodrum’un yeni adresinde ise daha önce bir plaj giyimi markası vardı. Çok çekici ve gizemli bir dükkândı. Devasa begonvilleri, Mykonos kırmızısı pencereleri, bembeyaz kireçli taşlarıyla… Ama bu güzelim yapı çok bakımsızdı. Binayı olduğu gibi koruduk, bakımını yaptık ve avlusunu düzenledik. Bodrum Marina’da silueti korunan çok az taş evlerden birisi bu. Burada olmak çok şans, çok mutluluk! for more Print VOL XIII - AEGEAN & MEDITERRANEAN EDITION 590,00₺ Price Add to Cart
- İNSAN
Nisan 2020 | İnsan | Türkiye Manastırlarda kaldığım için karantinaya alışkınım Röportaj | Onur Baştürk A dını hep duyuyor, biliyordum. Ama karantina süreciyle birlikte videolarını daha çok uygulamaya, canlı yayınlarını takip etmeye başladım. Yoga eğitmeni Çetin Çetintaş’tan bahsediyorum. Sorularıma verdiği bilge yanıtlar hepimizin ruh haline ışık tutup aydınlatacak türden. Karantina süreciyle beraber özellikle online yoga derslerine ilgi daha çok arttı. Neden herkes yogaya sardı? Endişe ve kaygıyı azalttığı için olabilir mi? İnsan hep dışarda bir şey arıyor. Bu süreçte dışarıda bir şey arayamayacak kadar evde, kendi başımızayız. Yoga ise insanı kendine döndürüyor ve kendisiyle olmaktan mutlu hale getiriyor. Bununla beraber içinde bulunduğu an neyse, tam olarak ona dönmesini sağlıyor. Karantina sürecinde insanlar haklı olarak gelecekle ilgili çok fazla kaygıya düşüyor. Ama şunu da unutmamak gerek: Gelecekle ilgili ne kadar kaygılanırsak, şu anımız o kadar flulaşır. Nefes almaya çalıştıkça göğsümüz sıkışır ve nefes alamıyor gibi hissederiz. Sanırım bu konuda birçok kişi yoga ile beklediğinden, umduğundan fazla bir rahatlama yaşadı. Bu yüzden de herkes birbirine önerir oldu. Bir yandan da bu malum süreçte yoga ve egzersiz eğitmenlerinin değerinin daha çok anlaşıldığını düşünüyorum. Ne dersiniz? Evet, çünkü insanlar günlük yaşam koşturmacası içinde kendilerini sıkça unutabiliyor. Bunun sonucu olarak da kendileri ile ilgilenmiyorlar. İnsanın kendisiyle gerçek anlamda ilgilenmesi demek yüzüne ya da eline krem sürmesi demek değil. Bedenini sağlıklı tutması, nefesini tüm coşkusuyla alması, zihnini sağlıklı tutması demek! ; Türk insanı maalesef çok özverili değil. Kendi sağlığı çoğu zaman arka planda kalıyor. Bunun refah seviyesiyle de alakası yok. Kendine verdiği değerle alakası var. Şimdi herkes kendisiyle kaldığına göre değer verilmesi gereken ilk şeyin, yani kendini yeniden keşfetme zamanı. Nefes yogada çok önemli. Virüs de aslında direkt nefese etki ediyor. Bu bağlantıyı düşünürsek, aslında bu süreçte insanların asıl odaklanması gereken şey nefesinin farkına varması olabilir mi? Doğdumuz ilk günden son güne kadar nefes alıyoruz. Nefes almadan ne kadar süre yaşayabileceğimizi veya nefes almakla ilgili bir sıkıntı çektiğimizde yaşamın kalitesinin nasıl düşebileceğini hatırlarsak, nefesin ne kadar büyük bir önemi olduğunu da hatırlarız. Akciğerler yogada ‘Anahata Çakra’ ile ilişkilidir. Bu da sevginin, hoşgörünün, birliğin, anlayışın, iyi insan olmanın dayandığı enerji alanıdır. Bu virüsün tüm dünyada açığa çıkardığı, bugünlerde yaşanılan ve konuşulan konular tam da bunlar değil mi? Diyelim ki sabah evde 20 dakika yoga yaptım. Ardından akşam bir daha yapsam? Beden için ‘overdose' mu? Yogada biz ‘Yorulana kadar pratik edebilirsin’ deriz. Bu kimisi için günde 1 saattir, kimisi için 5 saat. 20 dakika ciddi hastalıkları olmayan biri için çok çok kısa bir süre. Sağlıklı bir birey için ideal yoga pratiği 40 dakikanın üzerinde olmalı. Yoga kamplarımızda günde 4-5 saat fiziksel egzersiz yaptırıyoruz. İlk kez katılanlar bile bu tempoya ayak uydurabiliyor, çünkü yoga ciddi bir enerjiyi açığa çıkarıyor. Diğer egzersizlerden farklı olarak yoga pratikleri bittiğinde insan gün içerisinde enerjik oluyor. Sizin bu karantina sürecindeki duygu ikliminiz nasıl? Dahası, karantina sona erdiğinde kendinizde neleri değişmiş bulacağınızı düşünüyorsunuz? Benim hayatım hep karantinaydı :) 2008’den 2016’ya kadar sırasıyla Çin, Hindistan, Myanmar ve Tayland’da çeşitli manastırlarda kaldığım için internet, telefon hatta elektrik olmadan aylarımı sadece pratiklerle geçirdim. Tek bir kelime konuşmadan, aylarca sekiz metrekarelik odada yaşayarak, sadece pratik salonuna gidip geldiğim günleri düşünürsek bu karantina benim için fazlasıyla bilindik bir süreç. Her zaman yaptığım gibi aynı şekilde pratiklerle günümü geçiriyorum. Beni herhangi bir şekilde etkilediğini söyleyemem. Bu manastırlara herkesi kabul ediyorlar mı? Kapıları herkese açık. Ama bir kısmı mülakat tadında bir görüşme yapıyor gittiğinizde. Bunun sonucunda ne kadar süre kalabileceğinize karar veriyorlar. Yoga canlı yayınlarında dikkatimi çeken şeylerden biri de şu oldu: Nefis taytlarınız! Nereden aldınız onları? Ve bir de uzun tırnaklarınız. O tırnaklarla yoga yapmak zor değil mi? Taytlarımı yabancı markalar hediye olarak gönderiyor. Hepsi de gerçekten birbirinden güzel. Renkli şeyler giymek pratik yaparken keyifli oluyor. Tırnaklarım uzun olduğu kadar sağlam :) Ama kırılmamalarının tek sebebi sağlamlıkları değil tabii ki, beden kontrolümün ve farkındalığımın çok iyi olması. Ellerimi ve parmaklarımı çok iyi kullandığım için herhangi bir zorluk teşkil etmiyor. Hatta benim için bir ‘challenge’ bile diyemem :) Instagram ve Youtube canlı yayınlarında yapmayı düşündüğünüz yenilikler var mı? Şu an canlı yayınlarda içinde bulunduğumuz döneme iyi gelecek en temel konular üzerinde pratikler yapıyoruz. Süreçle birlikte bazı yenilikler olacak. Özellikle çok meditasyon yaptırmamaya özen gösteriyorum, çünkü süreç çoğu kişide zaten bir iç çatışma ortaya çıkarıyor. O yüzden daha somut bir alan olan bedende ve nefeste yoğunlaşıyoruz. Normal hayata döndüğümüzde YogaKioo Cadde ve Beylikdüzü şubelerinde düzenli dersler vermeye devam edeceğim. Bunun dışında eğitimlerimiz başka birçok şehirde de kısa ve uzun soluklu gerçekleşiyor. Hepsi yogakiooturkiye.com adresinden güncel olarak takip edilebilir. YOGAYA NASIL BAŞLADI? Yogaya küçük yaşlarda dövüş sporlarıyla ilgilenirken esnemek amacıyla başladım. Lakin yıllar içinde yaptığım pratiklerle yoganın bundan fazlası olduğunu anlamamla birlikte üniversite yıllarında yoga hayatımda başka bir şekilde yer aldı. Benim bulunduğum pratik seviyesine gelmek büyük bir emek ve vakit istiyor. Önceliğinizin tam anlamıyla pratik olması gerekiyor. Genç yaşlarda yoga pratiklerini uyguladıkça kendimi “evde” gibi hissediyordum. Hani bazı şeyler vardır ya, yaptığınızda yaşamı iliklerinize kadar hissedersiniz ve kaderinizi gerçekleştiriyor olduğunuza dair zerre şüphe duymazsınız. İşte yoga yolculuğu da benim için böyleydi. Bu yolda atmam gereken tüm adımları geleceğe karşı zerre endişe duymadan attım. Bunları yaparken de amacım yoga eğitmeni olmak değildi. Bir gün manastırdan döndükten sonra bendeki değişimi görenler “O kadar gittin öğrendin, hadi bizlere de öğret” dedi. Derken bir anda kendimi bir sürü kişiye ders verirken buldum. İNSAN | Kategorinin diğer yazıları Sosyal mesafe çemberinde sonsuza dek mutlu yaşadı… Ekmeklerinin en sıkı müdavimi Sezen Aksu En yeni seksi şef: Karpat Deviren GSA’yla bol olasılıklı konuşma: ‘Hayat ikna olduğun şeye dönüşüyor’ Bir Milanolunun gözünden ‘yeni normal’ ‘Normal’ değiliz hiçbirimiz Antarktika’ya kendi kullandığı uçakla giden maceracı şef Hareketli, yanık tenli, insan canlısı bir çocuk büyüttük Akyaka’da Transhuman evrimine hazır mısınız ’74PODCAST’lerde gelecek konuşmaları Korona günlerinde “Arizona Dream” Tulum’da karantinada olmayı dj Carlita anlatıyor Beden Oyunları Korona günlerinde Alaçatı Hayat, mutfağa kapanıp mükemmelin peşinde koşmak değil Çünkü aylarca çeşitli manastırlarda kaldım… Karantinada yalnız değilim, çünkü köpeğim Zeus var! Yalnız yaşama sanatı: Ohitorisama!
- INSAN-2
Temmuz 2021 | Volume IV - Y A Z ROLAND HERLORY “Pozitif Riviera ruh halini aşılamaya çalışıyoruz” Yazı | Sibel İpek B u yıl 50’inci yaşını kutlayan Vilebrequin’in sırrına vakıf olmak için markanın CEO’su Roland Herlory’ye kulak verin. Herlory, tasarımlarının bir noktasına mutlaka sinen 70’lerdeki St Tropez ruhunu, plajda yaşama sanatını ve sürdürülebilir ürün yaratmanın kodlarını zarif bir şekilde anlatıyor. Markanın başlangıç hikâyesini çok merak ediyorum... Vilebrequin’in geçmişi 1971’de başlayan bir aşk hikâyesine dayanıyor. Markanın kurucusu Fred Prysquel aslında dünyanın farklı coğrafyalarında yarışları takip eden bir Formula 1 muhabiri. Bir gün St Tropez’deyken plajda Yvette’i görüp aşık oluyor. Kendini Yvette’e beğendirmek için herkesten farklı görünmeye karar veriyor ve Kaliforniyalı sörfçülerin şort modelleri ile Afrika’nın wax adı verilen desenli kumaşlarından aldığı ilhamla kendine mayolar yapıyor. Başarı çok kısa sürede geliyor; hem Yvette Fred’e aşık oluyor hem de şortları gören tüm ünlüler aynısından sipariş ediyor! İşte bu Vilebrequin’i eşsiz yapan ve başka hiçbir markada olmayan bir aşk hikâyesi... . St Tropez 70’lerin özgürlük ve cazibe merkezlerinden biriydi... Vilebrequin’in marka ruhuna bu özgürlüğün de etkisi olmuştur mutlaka değil mi? Evet, St Tropez o yıllarda dünyanın merkeziydi. Mick ve Bianca Jagger çifti 1971’de St Tropez’de evlendiği zaman burası ünlüler için özgürlüklerinin tadını çıkarttığı bir buluşma noktasıydı. Vilebrequin olarak biz de müşterilerimize mutlaka bu pozitif Riviera ruh halini aşılamaya çalışıyoruz. Nerede olursa olsunlar. İster St Tropez, Los Angeles, İstanbul ister St Barts ya da Forte dei Marmi’de. Tamamı için... Print YUZU MAGAZINE - IV Out of Stock View Details
- INSAN-2
Mart 2022 | İnsan | Türkiye Benim Düzüm, Babama Ters Yazı | Yasemin Yapanar B en bir müddettir havalı kariyerden çok daha ötesini istiyorum! Cebimdeki paraya değil, biriktirdiğim deneyimlere bakıyorum. Çok çocuklu bir aileye sahip olmayı değil, kadın başıma çılgın hayallerimin peşinden koşabilmeyi diliyorum. Biraz orada, biraz burada özgür bir hayat kuruyorum. Kendi gerçekliğimi yaratıyor, hayallerimden bile güzel bir hayat kurma yolunda ilerliyorum. Nereye gittiğimi bilmeden, kalbimin sesini takip ederken benim düzümün, babamın tersi olduğunu görüyorum. Söylenen bir babam, uyum sağlayan bir anam ve tam zıttım bir abim var benim. Çocukluğumdan beri, ailem ne diyorsa onun tam tersini yapma gibi bir inadım var. Bir süredir Kostarika’dayım. Bir müddet daha da dönmeyi düşünmüyorum. Arada bir babamdan gelen dolar kuru hatırlatmaları beni kaygıya soksa da, gözyaşlarımla kazandığım parayla buralarda biraz daha kalmayı ve hatta önümüzdeki kışı burada geçirmeyi diliyorum. Her ne kadar babam her konuşmamızda dönmemi söylese de dinlemiyorum. Epey bir süredir ailemin dediklerini yapmıyor, onların yürü dediği yoldan yürümüyor, doğrularını mutlak doğru bellemiyorum. Bedelini ödemeye razı olarak, doğru bildiğimi yapıyorum. Nereye varacağını öngöremediğim halde sonsuz güvendiğim kendi yolumdan yürürken, ailemin üzülmesinden tedirgin olmuyorum. Keza başkalarının dediği yolu yürüyünce de ben üzülüyorum! Bu matematiğe göre, en azından birimiz mutlu olabiliyoruz. ONLARIN HAKLISIYLA BİZİM DOĞRUMUZ BİR DEĞİL Kendime, “Eğer ailem olmasalardı onların fikirlerini alır mıydım?” diye soruyorum. Her daim kaygılı babamın, bu konular özelinde kesin almazdım biliyorum. Bir kulağımdan gireni diğer kulağımdan salmaya bakıyorum. Bazen kulağıma takılı kalıyor ve babamın kaygısı bana geçiyor. Bunun sebebi de söylediklerinde ‘haklı’ olması. Ailelerimizin yönlendirmelerine kanmamızın en büyük sebebi haklı olmaları ya zaten. Ama onların haklısıyla bizim doğrumuz bir değil ki. Eğer her haklı olanın sözünü dinleseydik, evden sokağa adım atmamamız gerekirdi. Şahsen haklı olana hak vermekten yoruldum. Haklının değil, kendi doğrumun peşinden gitmeyi seçiyorum. Çünkü etrafımdaki tüm ‘haklılara’ rağmen, kendi doğrularımın peşinden gittikçe, kendi yollarımın taşlarına takılıp yeniden kalktıkça, kendi denizimde kulaç attıkça hayat benden yana akıyor. Bana ne yapmam gerektiğini söyleyenlere değil, nasıl yardımcı olabileceğini soranlara ihtiyacım var. HATALARIMA ALAN TANISINLAR Ben ailemin aklını değil, sevgisini istiyorum. Düşünceleri onlara kalsın, bana koşulsuz sevgilerini versinler. Akıl öğretmenim değil, güvendiğim limanım olsunlar. Hata yapayım, onlara kaçayım. Koyunlarında ağlayayım. Sıcacık sarsınlar beni. ‘Ben sana demiştim’ demesinler. Hatalarıma alan tanısınlar. Kapsasınlar beni. ‘’Seni anlayamıyoruz ama kim olursan ol, ne yaparsan yap, biz her zaman seni destekleyeceğiz’’ desinler. Bunları yapmamayı tercih ederlerse de kendileri bilirler. Muhabbetim azalır, sevgim baki kalır.
- İNSAN-73 | Yuzu Magazine
June 2024 | People turkish below ‘MEZCAL MAKES YOU VERY HAPPY and OPEN-MINDED’ CHEF, SANTIAGO LASTRA words Onur Baştürk A ward-winning chef, Santiago Lastra, aims to change the world’s perspective about the rich heritage and culture that makes authentic Mexican cooking so exceptional. He’s equally intent on extolling the magic of mezcal at KOL Mezcaleria, his London-based, Michelin-starred restaurant. Mexican-born Santiago’s initial ambition was to be a mathematician: as a child, he was fascinated with problem-solving and competed in mathematics Olympiads. But fate intervened when, at the age of 15, he went to work in an Italian restaurant – and fell in love with food! This new passion led him on a voyage of discovery, with a move to Spain, an immersive experience at Mugaritz - and the beginnings of a plan to open a research laboratory when he returned to Mexico. Unlike his young culinary counterparts, Santiago did not initially dream of opening his own restaurant. Santiago moved on to study in Copenhagen – one of the world’s most innovative culinary capitals. Studying how to make tortillas using Scandinavian grains inspired him to launch a series of pop-up events. Showcasing Mexican recipes, crafted with local ingredients, he held pop-ups in a wide range of destinations, including France, Italy, Portugal, Turkiye, Hong Kong, Taiwan, Japan, Sweden, and Russia. In 2016, during a short stay in Russia, a pivotal message reshaped the trajectory of his career, when the manager of René Redzepi's iconic Copenhagen restaurant, Noma, offered him the role of project manager at their pop-up restaurant in Tulum. Santiago seized the chance! He returned to his homeland, and deepened his understanding of Mexican cuisine with a fresh perspective. And, inspired his Noma experience, he decided his future lay in restaurants - rather than in a research laboratory. He also decided that he should launch his own restaurant in London! ‘I was tired of sunlight,’ he jokes. But the vibrantly cosmopolitan British capital offered many attractions, including a large, sophisticated audience, willing to embrace diverse cuisines - and an English speaking media who could help Santiago reshape global perceptions of Mexican cuisine. And so, London became home to Santiago’s KOL Mezcaleria, launched in 2020. Within a mere three years, it was ranked at number 23 on the prestigious World's 50 Best Restaurants List. Opening a restaurant of their own as soon as possible is every young chef’s dream. But your initial vision was to launch a research laboratory. Why was this? My insatiable desire to learn about food has always been a driving force. My dream of establishing a research laboratory stemmed from the realization that finding time to delve deep into research could be difficult if I was managing a restaurant. My vision was, and still is, to share my discoveries with colleagues, friends and the world. Having an exceptional team here at the restaurant means that I can now fulfil both aspirations. Now that you have your own restaurant, do you feel satisfied? Before I launched KOL, I never realised that collaborating with brilliant, innovative individuals would have such an enormous impact. And that this collaboration would fuel the development of my ideas. One of the standout aspects of KOL is the joy that comes from sharing ideas with the team. Their contributions not only shape and refine my ideas - they propel my dreams to greater heights! We have a small, but exceptional R&D department, dedicated to exploring new concepts – and this is what motivates me to rise and shine each morning. COLLABORATING WITH RENE AND NOMA FUNDAMENTALLY ALTERED MY PERCEPTION OF TEAMWORK, QUALITY AND CREATIVITY What are some of the insights you’ve gained on your journey from running pop-ups to your current success? My travels were driven by a desire to understand the intricate interplay between food, culture and people from diverse perspectives. Equally vital was the quest to define my unique cooking style. Travel serves as a crucible for refining one's style and establishing a brand. Personality is a prerequisite for any endeavour; understanding one's own preferences and values is paramount. To be honest, it took me around 10-15 years to realise what I like and what I don't like. Even now I'm still not sure! So, it's important to listen to your gut and trust yourself. Collaborating with René and Noma fundamentally altered my perception of teamwork, quality and creativity. Discovering more about my own culture and country through the perspective of some of the world’s best chefs, I learnt that that quality doesn't have to equate to luxury. It’s more about the craft and the respect involved. In an ever-changing world, it’s important to stay true to what you know - and to ensure it is authentic. So, it is very important for me to continue the tradition of Mexican cuisine and to maintain its authenticity. This is part of my ethos. You go big on mezcal at KOL. How do you use it to set your restaurant apart? And can you explain the ever-growing global interest in mezcal? We use a lot of mezcal, both in cocktails and cooking at KOL. We when we were creating our long list of mezcals, highlighting their diversity was one of our top priorities. A bit like presenting a wine list, we tried to organise our mezcals according to the subspecies of agave from which they are made - such as Americana and Espadín. It was very important for us to help people understand more about mezcal. You can cook with mezcal because the taste profile is very complex: you can add it to sauces and even cure things with it. For example, we are currently curing beef hearts with mezcal, giving them a wonderfully smoky aroma. Overall, it's very healthy, you can just drink mezcal and be fine the next day. It will make you very happy and open-minded. Mezcal is good for you! Do you think that Mexican cuisine is misunderstood/under-appreciated internationally? And are you trying to change this at KOL? Mexican food is not well represented around the world. Even in the USA, where it is popular, there are still some misconceptions about our authentic cuisine. Most people's idea of Mexican food is that it’s TexMex - which is extremely different to our traditional food! The reason I wanted to open KOL in London was to highlight our beautiful Mexican cuisine – and to help people embrace it. What would you say are the 3 essential ingredients of Mexican cuisine? Chillies are very important: they have a complex flavour which enhances dishes with umami, adding background and complexity. Both dried and fresh chillies are amazing. You can also combine them to create an incredible sensation on the palate. Another key ingredient is corn – used as a base for a wide range of dishes. Citrus fruit is also essential. But, at KOL, we use different local fruits or preserved/fermented ingredients to recreate our authentic Mexican flavours – rather than using imported citrus fruit. So, you serve authentic Mexican cuisine using seasonal English products – creating a different interpretation. What are the advantages and disadvantages of being located in London? Our story is a framework. Making use of local ingredients from around the UK works really well for us. The UK is in a different climate zone and offers different produce. Working with seasonal ingredients is very challenging: winter here is very long; spring and autumn are very short - while summer is relatively long, but has highly inconsistent weather! So, we work with micro-seasonality and a lot of different wild plants - which keeps us on our toes! It took us a year to create recipes that convey the taste of Mexico using local ingredients. We are still learning how to marry Mexican flavours with UK produce. We search for a suitable replacement for every Mexican ingredient. For example, a recipe that requires Mexican mango will be adapted using something different, according to micro-seasonality. ŞEF SANTIAGO LASTRA ‘KOKTEYL ve YEMEKTE MEZCAL’E ODAKLANIYORUZ’ L ondra'daki bir Michelin yıldızlı restoranı KOL'de Meksika kültürü ve mutfağının zengin mirasını modern bir bakış açısıyla sunan şef Santiago Lastra’nın hikayesinin başlangıcı hayli farklı. Çocukluğundan bu yana problem çözmeye ilgi duyan, matematik olimpiyatlarında yarışan, şef olmaktan ziyade bir matematikçi olmak isteyen Santiago’nun kaderi, 15 yaşındayken bir İtalyan restoranında çalışmaya başlamasıyla değişiyor. Sonrası hızlı gelişiyor: İspanya'ya taşınması, Mugaritz deneyimi ve bu deneyimle beraber Meksika'ya dönüp bir araştırma laboratuvarı açmayı düşünmesi. Evet, diğer şeflerin aksine kendi restoranını açma hayali Santiago’nun planları arasında ilk başta hiç yer almıyor. Sonunda kendi kuşağının birçok şefi gibi Santiago da Kopenhag'a taşınıyor. İskandinav tahıllarını kullanarak nasıl tortilla yapılacağını araştıran bir kursa başlıyor. Proje büyük bir ilham kaynağı olunca, Santiago lokal malzeme kullanılarak Meksika tarifleri pişiren bir dizi pop-up etkinliği başlatıyor. Bu etkinliği Fransa, İtalya, Portekiz, Türkiye, Hong Kong, Tayvan, Japonya, İsveç ve Rusya gibi çok sayıda ülkede gerçekleştiriyor. Ve 2016 yılında Rusya'dayken kariyerinin gidişatını değiştirecek bir mesaj alıyor. René Redzepi’nin restoranı Noma’nın yöneticisi, Tulum’da açacakları pop-up restoran için proje yöneticisi olma teklifini iletiyor Santiago’ya. Santiago teklifi kabul ediyor ve böylece ülkesine dönerek yeni bir bakış açısıyla Meksika mutfağı hakkında daha fazla şey öğreniyor. Noma’nın yarattığı sosyal etkiden de ilham alan Santiago, geleceğinin bir araştırma laboratuvarı yerine bir restoranda yattığına karar veriyor. Restoranı için lokasyon olarak Londra’yı seçiyor. Santiago, Londra’yı seçmesine dair “Güneş ışığından sıkılmıştım” şakasını yapsa da, bu şehirdeki bazı etkenler KOL’ü buraya açmasında büyük rol oynuyor: Şehrin kozmopolit yapısı, çok seyahat eden ve yeni şeyler denemeye açık nüfusu ve Meksika yemeğine dair algıyı değiştirmeye yardımcı olacak İngilizce konuşan medyanın varlığı… Sonuç: 2020'de açılan KOL Mezcaleria, 2023’deki Dünyanın En İyi 50 Restoranı Listesi'nde 23. sırada yer aldı. Her genç şefin hayali en kısa sürede kendi restoranını açmaktır. Ancak sizin ilk vizyonunuz bir araştırma laboratuvarı açmak olmuş. Neden? Yemek hakkında doymak bilmeyen öğrenme arzum her zaman beni yönlendiren bir unsur oldu. Bir araştırma laboratuvarı kurma hayalim, bir restoran işletirken araştırmanın derinliklerine inmek için zaman bulmanın zor olabileceğinin farkına varmamdan kaynaklandı. Vizyonum ise keşiflerimi meslektaşlarımla, dostlarımla ve dünyayla paylaşmaktı. Hâlâ da öyle… Artık kendi restoranınız olduğuna göre kendinizi tatmin olmuş hissediyor musunuz? KOL’i kurmadan önce zeki ve yenilikçi kişilerle iş birliği yapmanın bu kadar büyük etki yaratacağını farketmemiştim. Bu iş birliğinin fikirlerimi besleyeceğini de… KOL’in öne çıkan yönlerinden biri, fikirlerimi ekiple paylaşmanın verdiği keyif. Onların katkıları sadece fikirlerimi şekillendirmekle kalmıyor, aynı zamanda hayallerimi daha yükseğe taşıyor! Kendini yeni konseptler keşfetmeye adamış küçük, ama istisnai bir Ar-Ge departmanımız var. Beni her sabah uyanmaya motive eden esas şey de bu! RENE VE NOMA İLE YAPTIĞIM ÇALIŞMA KALİTE VE YARATICILIK ALGIMI DEĞİŞTİRDİ Kariyerinizin gidişatını değiştiren olaylardan biri de farklı ülkelerde gerçekleşen pop-up etkinliği ve sonrasında Noma Tulum teklifi… Bu süreçte gastronomi ve hayata dair neler öğrendiniz? Seyahatlerimin temelinde yemek, kültür ve insanlar arasındaki karmaşık etkileşimi farklı perspektiflerden anlama arzusu yatıyordu. Eşsiz pişirme tarzımı tanımlama arayışım da aynı derecede önemliydi. Seyahat, kişinin tarzını geliştirmesi ve bir marka oluşturması için bir pota görevi görüyor. Karakter ise her türlü çaba için bir ön koşul. Kişinin kendi tercihlerini ve değerlerini anlaması çok önemli. Dürüst olmak gerekirse, neyi sevip neyi sevmediğimi fark etmem yaklaşık 10-15 yılımı aldı. Şimdi bile hâlâ emin değilim! Dolayısıyla içgüdülerinizi dinlemek ve kendinize güvenmek çok önemli. René ve Noma ile iş birliği yapmak ekip çalışması, kalite ve yaratıcılık algımı temelden değiştirdi. Dünyanın en iyi şeflerinden bazılarının bakış açısıyla kendi kültürüm ve ülkem hakkında daha fazla şey keşfederken, kalitenin lüks anlamına gelmek zorunda olmadığını öğrendim. Bu daha çok zanaat ve saygı ile ilgili. Sürekli değişen bir dünyada, bildiğiniz şeylere sadık kalmak ve bunların özgün olduğundan emin olmak önemli. Dolayısıyla Meksika mutfağı geleneğini sürdürmek ve özgünlüğünü korumaya çalışıyorum. Mezcal, KOL’in ana odak noktalarından biri. Bir yandan mezcal tüm dünyada yükselişte. KOL'de mezcal ile ilgili farklı olarak ne yapıyorsunuz? Hem kokteyller hem de yemeklerde mezcal üzerine çok odaklanıyoruz. Uzun bir Mezcal listemiz var, bu listeyi oluştururken aklımızda mezcal çeşitliliğini kolay bir şekilde sergilemek vardı, tıpkı şarap listelerinin sunulduğu gibi. Mezcal listemizi americana, espadin gibi yapıldıkları bitki türlerine ve ayrıca bölgeye göre düzenlemeye çalıştık. Meksika kültürünün Meksika dışında sergilenme biçiminde çok fazla yanlış bilgi var. Bu nedenle insanların Mezcal ve tat profilleri hakkında daha fazla bilgi edinmelerine yardımcı olmak bizim için çok önemliydi. KOL’de kokteyller için mezcal kullanıyoruz ama mezcal'i mutfakta da kullanıyoruz çünkü onunla yemek pişirebilirsiniz ve tat profili çok karmaşıktır. Soslara ekleyebilir ve hatta onunla bir şeyleri iyileştirebilirsiniz. Örneğin şu anda sığır kalplerini mezcal ile kürlüyoruz ve onlara dumanlı bir aroma veriyor. Genel olarak çok sağlıklı, sadece mezcal içebilir ve ertesi gün iyi olabilirsiniz ve bu sizi çok mutlu ve açık fikirli yapacaktır - mezcal sizin için iyidir. Meksika mutfağının Peru mutfağı gibi dünyada hak ettiği değeri gördüğüne inanıyor musunuz? Meksika yemekleri dünya çapında iyi temsil edilmiyor. Meksika dışında dünya çapında Meksika kültürünü yerleştirebilecek çok fazla Meksikalı göçmen ya da topluluk yok. Peru mutfağının dünya çapında keşfedilmiş olması nedeniyle iyi bir örnek olduğunu düşünüyorum. Bence Meksika mutfağı yanlış anlaşılıyor. Çoğu insanın Meksika yemekleri hakkındaki fikri geleneksel Meksika yemeklerinden çok daha farklı olan TexMex. KOL’i Londra'da açmak istememin nedeni Meksika mutfağını sergilemek ve onu kucaklamaktı. Meksika mutfağında sizin için olmazsa olmaz üç malzeme nedir? Acı biber, yemekleri zenginleştiren karmaşık bir lezzete sahip olduğu için çok önemli. Kurutulmuş acı biber ve taze acı biber harikadır. Hatta bunları birleştirebilirsiniz. Bir diğer malzeme de Meksika ve Latin Amerika yemeklerinin temel malzemesi olan mısır. Bunun dışında turunçgillerin Meksika yemeklerinin vazgeçilmezi olduğunu söyleyebilirim. Ancak KOL'de İngiltere'deki turunçgiller yerine bu tatları anımsatan farklı meyve ya da konserve/fermente malzemeler kullanıyoruz. Londra'da olmanın sizin için avantaj ve dezavantajları nelerdir? Birleşik Krallık’ın farklı bir havası ve farklı malzemeleri var. Kış çok uzun. İlkbahar ve sonbahar çok kısa. Yaz uzun, çok kuru ve sıcak. Hava çok tutarsız. Meksika'nın tadını lokal malzemelerle buluşturan tarifleri bulmak bir yılımızı aldı. Meksika lezzetlerini elimizdeki malzemelerle nasıl birleştireceğimizi hâlâ öğreniyoruz. Her bir malzemenin; farklı meyve, sebze ve otların yerine kullanabileceğimiz bir alternatifi var. Mesela mangoyu mikro mevsimselliğe göre farklı bir bitkiyle değiştirebiliriz.
- INSAN-2
July 2022 | People Be Original by PANERAI ZEYNEP ÜNER Words Timur Can Ersoy Photos Elif Kahveci Zeynep’le yıllar önce Erciyes Kayak Merkezi’nde tanıştığımda yüksek enerjisine hayran kalmış, hatta sayesinde kayağa başlamıştım. Yayıncılık kariyeri 22 yıla yayılan, şu sıra Gain’de kendi deyimiyle “içerikçiliğe” devam eden Zeynep ekstrem sporları seviyor. Kısa saçlı stili ise onun vazgeçilmezi. ERKEK SPORLARI VE KIYAFETLERİNİ SEVERİM Seninle ilgili internette “Kısa saçın en cool durduğu kadın’” diye bir cümle var. Ne zamandan beri kısa saçlısın ve neden kısa saç? Çocukken de kısa saçlıydım. Çok yüzdüğüm için orta kulak sorunu yaşıyordum ve sonunda hep kestiriyordum. Beden dilim ve ilgi alanlarıma da çok yakışıyordu. Havalı dille “tomboy”, halk diliyle “erkek Fatma”ydım anlayacağın... Filiz Akın aile dostumuzdu. Hayatımda gördüğüm en güzel kadındı. Daha da güzel olan saçlarıydı. Ona çok özenirdim. Benzemek de isterdim, ama aşırı uzak bir hedefti tabii. Bir gün altı yaşında bitlenmişim, annem saçımı kestirmeye götürmüş. Üzülmeyeyim diye demişler ki, “Filiz Akın da kestirdi”. O zaman sarıya da boyar mısınız demiştim! Tamamı için... Print VOL - VII SUMMER 2022 Out of Stock View Details
- PEOPLE
February 2023 | People TR BELOW BEGÜM KIROĞLU and the WORLD of BEGÜM KHAN Words Oktay Tutuş Portrait Photos YUZU MEDIA Begüm Kıroğlu has been creating bold, dazzling, and unconventional jewelry for nearly a decade under her brand, Begüm Khan. Drawing inspiration from everyday objects and creatures, her designs feature signature motifs like turtles, insects, flies, and eyes, which have become her hallmark. Founded in China, the brand first gained traction there before expanding globally. “The animals I work with don’t really fit the classic definition of beauty,” says Begüm, inviting us into her vibrant universe with sparkling colors and a touch of transparency. I remember the early days when you were designing cufflinks. It hasn’t been that long, has it? That’s right, I started with cufflinks. I founded the brand in 2012, so it’s been nine years. How has your brand evolved since then? Organically! To be honest, I didn’t have a business or product plan in the beginning. At the time, I was living and working in Shanghai, China. It all started with a simple search for a cufflink for my brother. I couldn’t find anything that matched my vision—a timeless cufflink that could be worn 30-40 years later as a wedding gift, but also felt contemporary and relevant. Without realizing it, this search laid the foundation for my brand’s DNA. If you look at my products, they’re designs that could easily fit 50 years ago, 50 years from now, or even today. Your design philosophy hasn’t changed, has it? Do you still draw most of your inspiration from nature? It hasn’t changed. Even back in the cufflink days, I was already shaping my brand’s identity. Back then, I used turtles, insects, flies, golden spheres, and eyes in my designs. I’ve never strayed from those elements—they’re my brand’s signature. When people buy my jewelry for the first time, they usually go for these iconic pieces. A UNIQUE PERSPECTIVE ON NATURE Many designers look to nature for inspiration, yet your designs stand out. What sets them apart? Every designer’s background, experiences, and emotional state are different. My perspective on nature is different too. The animals I work with don’t align with conventional notions of beauty—they’re creatures that captivate me more. When I look to nature, the first things I gravitate toward are these animals and insects. To me, they’re beautiful, and I enjoy highlighting that. Can you tell us a bit about your world? What’s it like? I’d say my world is a lot like the world of insects. They’re delicate, yet incredibly resilient—they’ve survived millions of years. I relate to this contrast. Sometimes, I can be quite emotional and easily affected, but other times, my tough exterior makes me unshakable. PROVING MY PREDICTIONS ABOUT CHINA RIGHT Living in different cities must have been a source of inspiration. What aspects of these places influenced you the most? I lived in Shanghai for 6.5 years and started my brand there during a period of rapid growth in China. Imagine being surrounded by young, innovative minds open to new ideas and entrepreneurship. Entrepreneurs, artists, bankers—we were all building something together, constantly influencing one another. Ten years ago, no idea seemed too crazy or unfeasible in China, and people supported you in pursuing it. That mindset had a huge impact on me. I started with a very small budget, and being in China gave me a significant advantage. I produced my pieces in Istanbul and sold them in China. My master’s thesis was about luxury in China, and I predicted that Chinese consumers would eventually shift from mass-produced goods to more artistic creations. I was right, and that’s part of why I succeeded. What made you return to Istanbul? As the business grew, I decided to move back because my production was based here. I started with a small office in Kanlıca and later moved to our Nişantaşı boutique, which also serves as a showroom. If you had to describe each city you’ve lived in with one word, what would they be? Shanghai: mysterious Paris: beautiful Istanbul: surprising Milan: flirtatious Begüm Kıroğlu yaklaşık 10 yıl önce kurduğu markası Begüm Khan’la hepimizin tanıdığı varlıkları, objeleri kullanarak cesur, parıltılı ve alışılmadık takılar tasarlıyor. Markasını Çin'de kurup ilk önce oradan dünyaya açılan Begüm; imzası haline gelen kaplumbağalar, böcekler, sinekler ve gözleri takılarında kullanmaktan asla vazgeçmiyor. “Benim çalıştığım hayvanlar klasik güzellik anlayışına pek uymuyor” diyen Begüm Kıroğlu, şeffaf bir şekilde kapısını araladığı kendi evreninden parıltılı renklerle huzurunuzda… Sizi sadece kol düğmeleri tasarladığınız dönemden hatırlıyorum. O günden bugüne markanız nasıl gelişti? Organik bir şekilde! Aslına bakarsanız başlarda bir iş ya da ürün planım yoktu. O sıralar Çin’de, Shanghai’da yaşıyor ve çalışıyordum. Bütün mesele abime kol düğmesi aramamla çıktı. Bir türlü hayalimdeki gibi bir kol düğmesi bulamadım. Hayalimdeki kol düğmesi zamansız olmalıydı. Çünkü düğün hediyesi olacaktı ve 30-40 sene sonra bile takılabilecek bir şey istiyordum. Aynı zamanda çağdaş ve bugüne ait olmalıydı. Abime böyle bir arayış içinde olmam, fark etmeden bugünkü markamın DNA'sını da oluşturmuş aslında. Benim ürünlerime bakarsanız, 50 sene öncesinde de, bundan 50 sene sonrasında da ve bugün için de geçerli tasarımlar olduklarını görürsünüz. Tasarım anlayışınızda bir değişiklik yok değil mi? En çok ilhamı hâla doğadan alıyorsunuz? Değişmedi. Ama kol düğmelerinden bugünkü markamın kimliğini oluşturmuşum. O zaman kaplumbağalar, böcekler, sinekler, altın toplar ve gözler kullanıyordum kol düğmesi tasarımlarımda. Bunlardan vazgeçmedim. Markamın alametifarikası diyebilirim. DOĞAYA BAKIŞ AÇIM FARKLI Tasarımlarınız çoğu insanın ilhamı ilk aradığı yerden, yani doğadan ilham alıyorken, onları diğer tasarımlardan/tasarımcılardan farklı kılmayı nasıl başarıyorsunuz? Her tasarımcının geçmişi, altyapısı ve duygusal durumu aynı değil. Her biri diğerinden farklı şekilde alıyor ilhamını. Ayrıca doğaya bakış açım farklı. Benim çalıştığım hayvanlar klasik güzellik anlayışına pek uymuyor. Onlar beni daha çekiyor. Doğadan seçtiğim ilk şey bu hayvanlar ve böcekler oluyor. Benim için çok güzeller ve bunun altını çizmeyi seviyorum. Aslında benim dünyam da böceklerin dünyası gibi diyebilirim. Böcekler narindir ve çoğu insan için kolayca öldürülebilir bir yapıları vardır. Bir yandan da çok güçlüdürler. Milyonlarca yıldır süregeldikleri için… Ben de böyle bir kontrasta sahibim. Bazen duygusal olduğum için çabuk kırılabiliyorum. Ancak bazen de sert kabuğumdan dolayı hiçbir şey işlemiyor! ÇİN’E DAİR ÖNGÖRÜMDE HAKLI ÇIKTIM Farklı şehirlerde yaşamak size ilham vermiş olmalı. Bulunduğunuz şehirlerin en çok neleri sizi etkiledi? Shanghai’da 6.5 yıl yaşadım. Markamı da orada başlattım. Tam da Çin'in çok gelişmeye başladığı zamanlardı. Yeniliğe ve girişimciliğe açık genç beyinlerle çevrilisiniz diye düşünün. Bütün girişimciler, sanatçılar, bankacılar hep beraberdik ve hepimiz iş kuruyorduk. 10 yıl önce Çin'de aklınıza gelen hiçbir iş fikri saçma ya da tutmaz olarak düşünülmüyordu. Bu beni çok etkilemişti. Ürünlerimi İstanbul'da üretip Çin'de satmaya başladım. Sonra büyük zincir mağazalara satışlar derken, markam Asya'dan yayılmaya başladı. Master tezim Çin'de lüks üzerineydi ve yakın gelecekte Çinliler’in milyonlarca üretilen şeyler yerine daha artistik olana yöneleceğini öngörebiliyordum. Haklı da çıktım. Sonuçta başarılı oldum.
- PEOPLE
January 2023 | People BE ORIGINAL by PANERAI vol-l HAKAN YILDIZ Words & Photos Onur Baştürk Sabah 06.00’da Beykoz Konakları’ndaki evinden kalkıp Sidney’deki Bondi Beach’in mikro bir versiyonu olan Riva Surf House’da sörf yapmaya gidiyor. Bir saat kadar dalgalarla boğuştuktan sonra soluğu şirketi Haker Group’un Levent’teki ofisinde alıyor. Creed, Juliette Has A Gun, Memo, Frederic Malle, Amouage ve Diptyque gibi birçok global parfüm markasının Türkiye temsilciliğini yaptığı ofisinde bir yandan işlerle ilgileniyor bir yandan da hayalini kurduğu yeni deneyimler, hobiler için planlama yapıyor. Çünkü onun hayat tarzının olmazsa olmazlarından biri yeni deneyimler yaşamak. Kendisi gibi düşünenler için de yakın zamanda bir web sitesi açtı: www.bucketlist.com.tr Hobilerini işe dönüştüren başarılı iş insanı Hakan Yıldız’dan bahsediyorum. Hakan’la sörf yaptığı Riva’da buluştuk ve Karadeniz’in hırçın dalgaları eşliğinde hayat tarzını, şimdiye kadar gerçekleştirdiği çılgın deneyimleri konuştuk. SÖRF, TABİATIN BİZE VERDİĞİ BEDAVA SÜRÜŞ KEYFİ Seni bildim bileli ekstrem sporlara meraklısın. En son bıraktığımda kite yapıyordun, şimdi dalga sörfü. Sörfe geçişin nasıl oldu? Genel anlamda sporu, özellikle doğada yapılan sporları seviyorum. Ama yaptığım sporlara ekstrem demek doğru gelmiyor. Snowboard, kitesurf veya dalga sörfü yapabilirsiniz, ama bunu ekstreme taşımak aldığınız riskle doğru orantılı. Mesela 1 ya da 2 metrelik bir dalgada sörf yapmanın riski çok yoktur, ama 6 metrelik bir dalgada yapıyorsanız risk yüksektir. Yani yaptığınız gerçek anlamda ekstrem spor olur. Aynı şekilde dağda kayak ve snowboard yapabilirsiniz, ama ulaşımı sadece helikopterle olan bir dağdan kayak ya da snowboard yapıp uçurumun kıyısından paraşüt açıyorsanız o zaman benim gözümde ciddi bir ekstrem sporcusunuz! Yapmaktan keyif aldığım her spor ise mevsimine göre değişiyor. Yazın kitesurf yapıyorum. Akyaka, Urla ve Gökçeada’da. Ama İstanbul’da dört mevsim dalga sörfü yapabiliyorum. O yüzden kitesurf’den dalga sörfüne geçişten ziyade, bulunduğum coğrafya ve mevsim hangi spora elverişliyse onu yapmayı tercih ediyorum. Dalga sörfünü ise küçüklüğümden beri yapmak istiyordum. Sabah kalkıp elinde sörf board’u ile denize giden biri, arabası ve çantasıyla işe giden birine göre daha kaliteli bir hayat yaşıyor gibi hissediyordum. Sörfü ilk nerede yapmaya başladın? Türkiye’nin bu spor için elverişli olduğunu yaklaşık üç yıl önce keşfettim. Önce Kocaeli’nin Babalı köyündeki Danube Surf House’da, Tolga Hadımoğlu hocamdan ve yetiştirdiği öğrencilerden sörf dersi aldım. Hemen hemen birçok haftasonunu orada geçirdim. Bir kış ayında ise Sri Lanka’da sörf kampına gittim. Daha sonra İstanbul Riva ve Şile’de dalga sörfü yapılacak sahiller keşfettim. Meğer Karadeniz bu spor için bir cennetmiş! Riva Surf House’da Samet Mutlugün sörfümü geliştirmem için ciddi destek oldu. Evime yakın mesafede olduğundan dolayı fırsat buldukça, dalga durumuna göre, sabah 6 gibi Riva’ya gidip erkenden suda olmayı tercih ediyorum. Sonrası duş ve ofis! Seni sörfe çeken ne oldu? Öncelikle saatlerce suda zaman harcayıp aynı zamanda çok güzel bir manzaranın tadını çıkarıyorum. Bireysel bir spor olsa da; suda dalgaları izleyip bir sonraki alacağınız dalgayı heyecanla beklerken, gelişiminize yardımcı olan birçok tanımadığınız sörfçüyle bağ kuruyorsunuz. Ayrıca sörf hem eğlenceli hem de sağlık, mental sağlık ve atletizm açısından son derece faydalı bir spor. Sörf öğrenmek kolay mı zor mu? Ne kadar sürüyor eğitimi? Bir teorim var. Eğer yeni bir hobiye başlamak istiyorsanız, aralıksız sekiz saatlik eğitimden sonra hayatınıza motor kullanmaktan kitesurf’e kadar birçok spor veya hobiyi temel seviyede ekleyebilirsiniz. En azından benim için bu şekilde oldu. Ama aynı şeyi dalga sörfü için söyleyemiyorum! Aldığınız keyfe karşı harcamanız gereken emek bir o kadar fazla. Dalga sörfü eğitimi son derece basit aslında. Temel bilgileri öğrenmeniz maksimum 1 ya da 2 saat. Ama asıl hikaye öğrendiğiniz temel bilgiyi suda uygulamak! Bu nedenle eğitim hiç bitmiyor. Bir dalga diğeriyle aynı olmuyor. Dalga yakalamak çok ayrı bir beceri. Diyelim yakaladınız, dalgada kayabilmek bambaşka bir beceri. Yani tüm bu süreci tamamlamak zamanınızı alıyor. KATİL BALİNALAR BİZDEN KORKUP YÖN DEĞİŞTİRİYORDU Norveç’te katil balinalarla yüzme deneyimi de yaşadın. Tam bir hafta sürdü diye biliyorum. O deneyimi anlatır mısın? Bir gün arkadaşlarımla yemekteydim. Deneyimlerden ve herkesin ‘bucketlist’inde neler olduğundan bahsediyorduk. Arkadaşım, katil balinalarla yüzmek gibi bir hayali olduğunu söyledi. Ben de bu deneyim için en doğru adresin neresi olduğunu söyledim. Yaklaşık bir yıl önceden rezervasyonunu yaptığımız katil balinalar ve kambur balinalarla yüzme deneyimi için kasım 2019’da Norveç’e doğru yola çıktık. Bu muhteşem canlıları kendi tabiatlarında görme fikri bizi çok heyecanlandırmıştı. Bir araştırma teknesinden yolcu ağırlayabilen bir tekneye çevrilen 1958 yapımı Kinfish teknesinin ufak kamarasında 3 kişi, tam 1 hafta deniz üzerinde konakladık. Norveç’te kasım ayında hava sabah 8 gibi aydınlanıp 15.30 gibi kararır. Hava genellikle gündüz 9 derece civarında olup suyun sıcaklığı da 8 derece gibidir. Kısacası buz gibi! Büyük deniz canlılarıyla ilgili belgeseli olan Patrick Dykstra rehberliğinde her sabah saat 7’de DrySuit adı verilen soğuk suya dayanıklı giysilerimizi giyiyor, botlara atlayıp katil balinaların yüzme rotasını bulmak için yola çıkıyorduk. Koca okyanusta bu canlıları bulmak için teknemiz diğer balıkçı tekneleriyle iletişime geçip hangi bölgelerde görüldükleri hakkında bilgi ediniyordu. Yüzme rotalarını bulduğumuzda, onları rahatsız etmeyecek şekilde yüzdükleri yönün biraz önünde durup elimizde sualtı kameralarıyla sessiz bir şekilde suya giriyorduk. Çoğu kez katil balina dediğimiz Orca sürülerinin suda hemen altımızdan ve yakınımızdan geçmesine tanık olduk. Bize bir şey yaptılar mı? Tabii ki hayır! Yaklaşık 8 metre uzunluğunda ve 5 ton ağırlındaki bu canlılar sizin suda tam olarak nerede olduğunuzun çok farkındalar. Bizim onlardan korkmamızın yanı sıra onlar da bizden korkuyordu. Hatta birçok kez suya girmemizin ardından yönlerini değiştirip kaçtıklarına tanık olduk. Yani tehlike değiller mi? Kulağa başta korkunç gelse de aslında katil balinalar bir yunus türü. Bu balinaların insana saldırganlığı hemen hemen hiç yok. Aynı şeyi kambur balinalar için de söyleyebiliriz. Zaten hiçbir canlı bir tehdit altında değilse kendi besin zinciri dışındaki bir canlıya zarar vermek istemez. Maalesef bunu sadece insanlar yapıyor. DENEYİMLER BİZİMLE KALIR, EŞYALAR GİBİ DEĞİLDİR Sonunda tüm bu ekstrem deneyimleri herkese yaşatabileceğin bir de web sitesi kurdun: Bucketlist. Nereden aklına geldi bu proje? Çoğumuzun günlük rutinleri birbirine benziyor aslında. Sabah kalkıyoruz, çok keyifli olmayan haberleri izleyip keyif almadığımız trafikte, azınlık hariç, keyif almadığımız bir işe gidip, akşam yine trafikte eve gelip yemeğimizi yiyip televizyon programlarını izleyerek geçiriyoruz. Bu döngünün içerisinde mutlu olabilmek adına bize geçici mutluluk veren yemek alışkanlıkları, alışveriş alışkanlıkları ve hayat tarzları ediniyoruz. Aslında bakış açımızı biraz değiştirirsek tüm hayatımızın ne kadar değişeceğini görebiliriz. Bunu söylüyorum, çünkü benzer süreçten kendim geçtim ve aradaki farkı biliyorum. Dostlarınızla keyifli bir ortamda bulunduğunuzda inceleyin. İnsanlar birbirlerine yaşadıkları anıları anlatırken mutlu olur, gittikleri bir yerden bahsederken veya birlikte yaşadıkları bir deneyimi konuşurken… Çünkü yaşadığımız deneyimler hep bizimle kalır, eşyalar gibi değildir. Çok sevdiğiniz bir telefonun heyecanını alana kadar ya da aldıktan sonra 1 saat yaşarsınız. Daha sonra ilk heyecanınız kaybolur. Yaşadığınız bir deneyimi ise ömür boyu hatırlarsınız ve her bulunduğunuz ortamda anlatırsınız. Çünkü o size kalıcı bir mutluluk vermiştir. Bu fikirden yola çıktım: Neden yaşadığımız deneyimleri ve anıları biriktirmeye başlamıyoruz? Özellikle bunu sevdiklerimizle birlikte paylaşarak yapmıyoruz? AKTİF SPOR YAPTIĞIM İÇİN HAFİF SAAT TERCİHİM Doğada zaman daha mı yavaş akıyor yoksa zamanı hissetmiyor musun? Yavaş akıyor. Ama bu güzel bir haber. Çünkü oturup çevrenizi izlemeye, incelemeye veya kendinizi dinlemeye olanak sağlıyor. Sörf çekimi sırasında kullandığın Panerai’nin Submersible model saatleri balıklama dalmadığın sürece suya dayanıklı. Nasıl bir duyguydu sörf sırasında saat kullanmak? Açıkçası sörf yaparken benim için iki kriter var. İlki şu: Saati bilmek isterim. Çünkü gün içinde yapmam gereken birçok şey var. Eğer kolumda saat olmazsa çok rahat üç saatimi suda geçirebilirim. O yüzden saat olmazsa olmazım. İkinci kriter, aktif spor yaptığım için hafif saat kullanmak benim için önemli. Her iki açıdan da beni son derece memnun etti açıkçası.
- INSAN-2
April 2020 | People DJ CARLITA’s QUARANTINE DAYS in TULUM Words Onur Baştürk Carla, born in Istanbul to a Turkish father and an Italian mother, goes by the DJ name “Carlita.” At just 24 years old, she’s already performed in almost every corner of the world, gaining a dedicated following. Her star rose even higher after her set at Burning Man. We caught up with Carlita during the lockdown days of the pandemic. Carla, how has the pandemic affected your work? The last performance I did was on March 13th in Mexico. After that, all my shows were gradually postponed. Now, most promoters expect me to create an exclusive online DJ set for them or go live on Instagram, Zoom, or Twitch. Are you currently in Tulum? Yes, everyone seems to think I’m living the dream in Tulum! And honestly, it is much more comfortable and beautiful than being in an apartment or a house. There hasn’t even been a single reported case here yet. But restrictions are tightening here too. I was actually in my home in Mexico City when the virus began to spread. About a month and a half ago, four friends and I decided to fly to Tulum. At first, it was quite relaxed. Some restaurants were still open, and we could go into town to shop at supermarkets without any issues. But once Mexico entered “Stage 3,” restrictions increased significantly. Going to the beach or swimming in the sea became prohibited. If the police see someone on the beach, they can hand out a three-day jail sentence! If you leave the beach area to go into town, there’s a chance you might not be allowed back. Everything is closed now—even some pharmacies. ATMs are out of cash. I once spent two and a half hours just looking for toothpaste. HAS THE FEAR OF THE VIRUS LESSENED? How are you feeling right now? I’m not used to staying in one place for more than ten days! My work requires me to constantly move between locations. Slowing down and adapting to this new normal wasn’t easy at first. But now, I’m living in the moment and finding joy in small things. Watching the sunrise and sunset every day has become something that truly makes me happy. Are there many people in Tulum? What’s the vibe like? People from all over the world have flocked here to quarantine—Italians, Americans, Brits. But we’re all being very careful. If someone new somehow manages to arrive, which is rare given the travel restrictions, they quarantine themselves for two weeks just like anywhere else. Since there haven’t been any cases here, the fear of the virus has decreased compared to the early days. Now, the main concern is simply surviving in Tulum. The weather is getting hotter, and the restrictions are becoming stricter. Living under these conditions in this heat is becoming increasingly difficult. Is it hard to perform at Burning Man? Not really. The challenging part is getting invited to the good camps to perform. I play at “Mayan Warrior,” and it’s been an incredible experience for me. For example, in December, I played at a wedding in Colombia. When I asked why they chose me, they said they first heard me at “Mayan Warrior” and started following me from then on. How did you become a DJ? I started playing the piano when I was three, thanks to my parents. At eight, I picked up the cello. Then came my conservatory years at the Royal Academy of Music in London. When I went to university in Boston, I developed an interest in DJing. At 24, you’ve practically performed everywhere—from East Asia to Europe and Canada. You once mentioned how you basically toured the world during New Year’s. I’ve gotten used to long trips. But yes, the toughest one was during New Year’s, flying from Mexico to Istanbul, Istanbul to Vietnam, and then back to Mexico—all in six days! And that’s not counting the layovers. Where was your most unforgettable performance? Right here in Tulum! At Maxa Camp, I played a 10-hour nonstop set for over 2,000 people. The energy was just incredible. You moved from NYC to Mexico—why? What drew you to Mexico? I think it’s because it reminds me so much of Istanbul. Honestly, I feel like I’m living in a Spanish-speaking version of Istanbul.
- INSAN-2
July 2023 | Vol 10 TR below EMRE ÖZÜCOŞKUN BE ORIGINAL by PANERAI - VI words Alp Tekin photos OB He embraces Japandi; Japanese and Scandinavian style simplicity. Travels without a design theme do not float his boat. Watches, on the other side, are an integral part of his personal style. He admits his amazement for the times when he did not use to wear watches. Meet the most charismatic guest of the Be Original by Panerai series: Emre Özücoşkun, co-founder of cisimdesign, an Istanbul-based architectural office. Which important elements do you look to most in architectural design? Using natural materials, color/material/form/function harmony and avoiding unnecessary ornaments... All of these are the elements that we discussed day and night while establishing Cisimdesign with my partner Erdem. To this day after 13 years, we still try our hardest to make sure we do not compromise what we have started with. You and your partner Erdem Isler are also very close friends. Is it difficult or easy to work out partnership and friendship together? How did your story begin? We’ve known each other since the university times. Yet, there were many friends whom we had closer bonds with! It was not until we took a step into this sector that we actually have started bonding. At one point we found ourselves making partnership plans. Like our design approach, our partnership and friendship style sits on a sweet line of balance. We often get together in our social lives as well, and we occasionally go on vacations. A smooth balance of friendship and partnership, I guess such relationship falls into the minority category. How would you define your design approach? Looking at the common theme of our projects, one can easily spot the simplicity of Japanese and Scandinavian. If I had to give a name, I would say “Japandi”. Where and what do you imagine yourself doing ten years from now? I dream of enhancing cisimdesign’s existence in Europe by increasing the number of projects. I would love to have a foot in Europe while maintaining our Istanbul-based presence. Building my own house on the west coast of the Aegean is also among my dreams. DEXAMENES AND PERIANTH ARE MY FAVORITE HOTELS Can you list the highlights of your personal lifestyle? From fashion to architecture, from art to travel, I have a style that is intertwined with the design. As a touring car geek, BMW’s newest touring model is my favorite. Visvim, which interprets the Japanese authentic attitude in a modern way, is my favorite clothing brand. And the Swiss modular furniture brand USM is the masterpiece of my home. Are the Aegean and Mediterranean your favorite getaway destinations? Bodrum is an inseparable part of mine since my childhood. Recently I have been going to Folegandros, a small Greek island. Unlike Bodrum, it is a calm, quiet island. Which made me realize that I also seek for a balance for my summer vacations. Is design a factor that guides you when deciding on a trip? I can easily say none of my trips lack the factor of design theme! Since I am not a fan of discovering new cities, I usually shuttle back and forth between 7-8 places. It tempts me to feel local, to get lost in the cities I know. The same applies to my hotel choices. Which hotels stroke you with their designs? Dexamenes in the Peloponnese and Perianth in Athens. I LOVE DIVER’S WATCHES What are the two tips of your time-spending spectrum? Apart from times I spend at cisimdesign, I dive into the magazines that I’ve been subscribed to for years. I have an obsession which I have to make sure I read every single line in that magazine. For the last couple years, I’ve been avoiding unnecessary socialization. Can you fit your day in 24 hours? Or are you one of those people who cannot get enough of it? I have a built-in biological alarm! No matter what time I go to bed, I start the day very early. Not sure if it is healthy or not, but that way I can get the most of it. So, I’m really fine by 24-hours. How is your relationship with your watch? I am in love with my watches! It actually started a few years ago. I now find it really hard to believe I did not use to wear watches back then. I love diver watches, although I’m not the perfect target customer. My Panerai Submersible is the one I Iove the most. Japon ve İskandinav stili yalınlığı, yani “Japandi”yi seviyor. İçinde tasarım teması olmayan seyahatlerin ona göre olmadığını söylüyor. Kişisel stilinin ayrılmaz bir parçası ise saatler. Saat kullanmadığı dönemlere bakıp şaşırdığını itiraf ediyor. Be Original by Panerai serisinin en karizmatik konuğuyla tanışın: İstanbul merkezli mimarlık ofisi cisimdesign’ın kurucu ortağı Emre Özücoşkun. Mimari tasarımda en çok önem verdiğin unsurlar genelde ne oluyor? Doğal malzemeler kullanmak, renk/malzeme/form/fonksiyon uyumu ve gereksiz süsten uzak durmak... Tüm bunlar, ortağım Erdem’le beraber Cisimdesign’ı kurarken uzun uzun konuştuğumuz ve geride bıraktığımız 13 sene boyunca taviz vermeden uygulamaya gayret ettiğimiz unsurlar. Ortağın Erdem İşler’le aynı zamanda çok yakın iki dostsunuz. Ortaklık ve dostluğu bir arada yürütmek zor mu kolay mı? Hikâyeniz nasıl başladı? Biz üniversiteden tanışıyoruz, ama okuldayken birbirimizden çok daha yakın arkadaşlarımız vardı! Esas yakın dostluğumuz sektöre adım atmamızla oluştu. Bir noktada kendimizi ortaklık planları yaparken bulduk. Tasarım anlayışımız gibi ortaklık ve dostluk şeklimiz de tatlı bir denge üzerinde oturuyor. O uyuma önem veriyoruz. Sosyal hayatlarımızda da sık sık bir araya geliyoruz, tatillere gidiyoruz. Sanırım dostluk ve ortaklığı kolay yürüten azınlıktanız. Tasarım anlayışını nasıl özetlersin? Projelerimizin ortak çizgisine bakınca Japon ve İskandinav yalınlığını görmek zor değil. İlla bir isim vermek gerekirse, “Japandi” diyebilirim. On yıl sonra kendini, nerede, ne yaparken hayal ediyorsun? Cisimdesign olarak özellikle Avrupa’da yaptığımız projelerin çoğalmasını hayal ediyorum. İstanbul merkezli olmaya devam edip bir ayağımızın da Avrupa’da olması fena olmaz. Ege’nin batı kıyısında kendi evimi inşa etmek de hayallerim arasında. FAVORİ OTELLERİM DEXAMENES VE PERIANTH Kişisel yaşam stilinde öne çıkanları sıralayabilir misin? Modadan mimarlığa, sanattan seyahate tasarımla iç içe bir stilim var. Touring araba merakım nedeniyle BMW’nin yeni touring modeli favorim. Japon otantik tavrını modern bir şekilde yorumlayan Visvim ise favori giyim markam. İsviçreli modüler mobilya markası USM de evimin ‘masterpiece’i. Ege ve Akdeniz’de tatil için sevdiğin destinasyonlar? Çocukluğumdan beri Bodrum vazgeçilmezim. Son dönemde ufak bir Yunan adası olan Folegandros’a gidiyorum. Bodrum’un aksine sakin, sessiz bir ada. Yaz tatilinde de bir denge gözettiğimi farkettim. Bir seyahate karar verirken tasarım seni yönlendiren bir unsur mu? İçinde tasarım teması olmayan seyahatim yok diyebilirim! Yeni şehirler keşfetme sevdalısı olmadığım için hemen hemen tüm seyahatlerim 7-8 şehir arasında geçiyor. Lokal hissetmek, bildiğim şehirler içinde kaybolmak beni cezbediyor. Otel seçimlerime de benzer şekilde yaklaşıyorum. Favori tasarım otellerin hangileri? Peloponnese’de Dexamenes ve Atina’da Perianth. DALIŞ SAATLERİNİ SEVİYORUM Vaktini en çok neye harcarsın ve en çok neye harcamazsın? Cisimdesign dışındaki vaktimi yıllardır abonesi olduğum dergilere ayırırım. Tek bir satır bırakmadan okuyup tamamlamak gibi bir saplantım var. Son yıllarda gereksiz sosyalleşmeden kaçınıyorum. Zaman sana yetiyor mu? Yoksa “Bir gün 24 saat değil, 30 saat olmalı” diyenlerden misin? Doğal bir alarm sahibiyim! Kaçta yatarsam yatayım güne çok erken başlıyorum. Az uyku sağlıklı mı bilmiyorum, ama günü dolu dolu yaşadığım kesin. Kısacası, 24 saat bana yetiyor. Saatinle ilişkin nasıl? Nasıl saatler kullanmayı tercih edersin? Saatlerimin üzerine titrerim! Saatlerle ilişkim aslında birkaç yıl önce başladı. Şimdi saat takmadığım dönemlere bakıp şaşırıyorum. Çok maceracı bir yapım olmamasına rağmen dalış saatlerini seviyorum. Panerai Submersible vazgeçilmez saatim. for more Print VOL - X AEGEAN & MEDITERRANEAN EDITION Out of Stock Add to Cart
- URBAN | Yuzu Magazine
March 2024 | Urban english below İSTANBUL MU ATİNA MI? words Onur Baştürk R yan Murphy projesi “Feud”un Bette Davis ile Joan Crawford rekabetini konu edinen ilk sezonunda şöyle bir sahne vardır. Kendi filmini yönetmek isteyen Pauline, erkek egemen Hollywood’dan yakınınca Joan Crawford’un yardımcısı, yoldaşı, müthiş karakter Mamacita şöyle der: “Başını dik tut, senin zamanın geliyor”. Mamacita’nın gerekçesi de vardır. Kütüphaneye gidip ABD’deki erkek nüfusunun yıllar içinde azaldığını araştırmıştır. Ve 70’li yıllar için öngörüsünü söyler: “Kadın nüfusu yüzde 52’ye çıkacak. Bu da ne demek? Her şey kadınlar için yapılmaya başlanacak. Ekonomi daha çok kadınlar için dönecek ve onların dilinden anlayan kazanacak. Yani senin zamanın geliyor!” Doğrusu Mamacita’nın İstanbul yeme-içme sektörü için de bir araştırma yapmasını isterdim. Elimizde veri yok, ama gözle görülen bariz bir durum var. O da dışarı çıkıp sosyalleşen kadınların erkeklerden sayıca daha fazla oluşu. En popülerinden en orta halli mekanına kadar durum böyle. Hatta kadınların sayısı artıyor. İlginç olan, bu durumdan yine en çok kadınların şikayetçi oluşu. Kadın arkadaşlarımdan en çok duyduğum şey bu: “Bu gece masalarda yine kadın grupları var”. Gel gör ki İstanbul yeme-içme sektörü kadınların bu muhteşem enerjisini bir başka şehre, Atina’ya kaptırmak üzere. Evet, son zamanlarda Atina’ya doğru -özellikle hafta sonları- yoğun akıcı bir uçuş trafiği var. Şu sıra İstanbul’un en popüler mekanlarına oturun (Lucca, Momo ya da Bebek Hotel) açılış cümlesi hep aynı: “Hafta sonu Atina’daydım ve öyle eğlendik ki!” Üstelik tüm bunlar Euro&TL arasındaki şahane uçuruma rağmen gerçekleşiyor. O nedenle olayları yerinde gözlemlemek adına -pek yakında- komşuya uçacağım. Neler olup bitiyor diye. Ama ondan önce İstanbul’da olup biten son yeni detaylara buyurun… İSTANBUL’UN YENİ SICAK NOKTALARI - SALAZAR: Nişantaşı Must’tan tanıdığımız şef Kadir Aytekin bir süredir kendi kanatlarıyla uçuyor. Kardeşiyle açtığı F&B Group’un son numarası Etiler’de açılan Salazar. Delicatessen’in hemen yan tarafındaki Salazar; üstü açılan şık cam kafesiyle hem rahat hem benzerlerinden ayrılan bir restoran olmuş. Tasarımı Erhan Sağır elinden çıkan mekanda mutlaka Istakoz Tost, Yakitori Teriyaki Dana Bonfile ve Agnolotti denemelisiniz. Enfes. - ZORLU SAIL LOFT: Sail Loft’un yaratıcısı Arda Önen’in Vakkorama ile yaptığı iş birliği devam ediyor. Bu iş birliğinin en yeni sonucu Zorlu Vakkorama karşısında açılan Sail Loft. Bohem tadıyla bildiğimiz Sail Loft bu kez bir tık daha olgun, hayli parizyen ve şık bir versiyonla karşımızda. Yakında akşam yemeği sonrası partilere de başlayacaklar. ISTANBUL or ATHENS? I n the first season of the Ryan Murphy project "Feud", about the rivalry between Bette Davis and Joan Crawford, there is a scene like this. When Pauline, who wants to direct her own film, complains about male-dominated Hollywood, Joan Crawford's assistant and comrade Mamacita says: "Be patient, your time will come". Mamacita has her reasons. She went to the library and researched the decline of the male population in the US over the years. And she gives her prediction for the 70s: "The female population will rise to 52 per cent. What does that mean? Everything will be done for women. The economy will revolve more around women, and those who understand their language will win. So your time is coming!" To be honest, I wish Mamacita had done research on the food and beverage sector in Istanbul. We don't have any data, but one thing is obvious. There are more women than men who go out and socialise. This is the case from the most luxurious restaurants to the most mediocre ones. In fact, the number of women is increasing. The interesting thing is that it is women who complain most about this situation. This is what I hear most from my female friends: "There are groups of women at the tables again tonight". However, Istanbul's restaurant sector is about to lose this wonderful female energy to another city, Athens. Yes, there have been flights to Athens recently, especially at weekends. Sit in the most popular places in Istanbul right now (Lucca, Momo or Bebek Hotel) and the opening line is always the same: "I was in Athens this weekend and we had so much fun!" And all this despite the amazing Euro & TRY gap. That's why I'm going to fly to the neighbouring country - very soon - to observe things on the ground. To see what is going on. But before that, here are the latest news from Istanbul... ISTANBUL'S NEW HOTSPOTS - SALAZAR: Kadir Aytekin, the chef we know from Nisantasi Must, has been flying on his own wings for a while now. The latest restaurant in the F&B group he has opened with his brother is Salazar in Etiler. Located next to Delicatessen, Salazar is a cosy and unique restaurant with a stylish glass cage with an opening top. You must try the lobster toast, yakitori teriyaki beef tenderloin and agnolotti. Delicious! - ZORLU SAIL LOFT: The collaboration between Sail Loft creator Arda Önen and Vakkorama continues. The latest result of this collaboration is Sail Loft, which opened in front of Zorlu Vakkorama. Sail Loft, which we know for its bohemian side, is here this time with a more mature, very Parisian and stylish version.
- PEOPLE | Yuzu Magazine
January 2025 | VOL 14 TR BELOW ALEXANDER’S DESIGN ODYSSEY words Onur Baştürk photos Pempki Alexander Diaz Andersson, the creative mind behind the emerging design studio ATRA, leads a life rich in cultural experiences. He grew up in Sweden, studied in Spain, and then took an adventurous leap to Mexico's Yucatan Peninsula to dive into furniture design. Andersson shares that each of these cultures has left a unique mark on him. His Scandinavian roots gave his early designs a minimalist touch, while Mexico opened his eyes to more fluid, dreamlike shapes. And now? He calls Mexico City home, where he embraces a much broader view of design. You grew up in Sweden, studied in Spain, and now call Mexico City home. Can you share a bit about how it all began and how your journey has evolved? After my time in Madrid, I made my way to Mérida, Yucatán, to really dive into traditional craftsmanship, focusing on woodworking and upholstery. We even developed an exchange program, bringing Swedish master upholsterers to share their techniques with our artisans. After about four years of research, we defined our design language and launched the ATRA chair collection, which marked our beginning. Over the next 15 years, both the brand and our manufacturing techniques evolved. We expanded from wood and upholstery to stone, metal, and lighting—creating more sculptural pieces along the way. How has this blend of cultures shaped your work? My work is deeply nostalgic, reflecting memories and moments in life. Growing up in Scandinavia gave my early designs a structured, minimalist vibe, while Mexico has encouraged me to explore more fluid, dreamlike forms. My designs aim to evoke a sense of place - a place that doesn't yet exist, but is in harmony with its surroundings. What drew you to live in Mexico City? I lived in Mérida for many years and moving to Mexico City felt like a natural next step. Mexico, along with Sweden, is a huge part of my heritage, and I am proud of both. Mexico is surreal - rich in culture, color and diversity. It's impossible not to be drawn in, and once you're here, it's even harder to leave. What was your dream when you founded ATRA, and have you now realized that dream? When I founded ATRA, I didn’t have a specific dream—it was more about finding something stimulating to do in Mérida. For context, Mérida is a beautiful town, but it lacked the cultural stimulation I was accustomed to in Europe. Over the years, my dream has evolved into something bigger; it’s less about furniture and more about crafting a conscious lifestyle philosophy that blends multiple disciplines. MY WORK IS DEEPLY NOSTALGIC, REFLECTING MEMORIES AND MOMENTS IN LIFE How would you describe ATRA’s design approach? We’re very context-driven at ATRA. Whether it's architecture, furniture or interiors, we are guided by the situation, location and space requirements. Each project is different. Some are more client-focused, while others are purely conceptual and allow us to express our design philosophy without constraints. ATRA’s furniture features sculptural and futuristic forms. What inspires your designs? As time goes on, the concepts behind each collection evolve. The common thread that ties everything together is our commitment to quality and craftsmanship. Conceptually, we’re inspired by utopian ideas of the future. Our goal is to create timeless objects, both in quality and vision. We’ve even imagined a universe—Earth 2100—where our designs exist, and within that world, we tell stories like “future relics,” envisioning how our pieces will be passed down through generations. Functional furniture or collectible design? Which resonates more with you? I’d say we do both. Some of our pieces aren’t necessarily practical for mobility, but they’re never uncomfortable. I believe design and art are distinct categories. Art doesn’t need to fulfill a functional purpose; it exists for different reasons. Design, however, is something you physically interact with—it’s meant to be lived with. What’s the most important thing you’ve ever designed? For me, it’s the ATRA chair. It was the catalyst for our firm’s success over a decade ago. The other significant piece is the Beluga collection, which marked a shift in our design language—allowing for more free-form, imaginative thinking. I’D LIKE TO SEE A FUTURE WHERE ARCHITECTURE HAS A MORE SYMBIOTIC RELATIONSHIP WITH NATURE You’ve worked on architectural projects like Villa Contenta in Malibu and Vigna Olivetti in Italy. Which ones excite you the most and why? Each project has its own unique context and challenges. Villa Contenta is exciting because of its scale and level of detail. But the project I'm most excited about right now is a city we're designing on the Pacific coast of Mexico. We've spent the last two years researching how to make the architecture "disappear" into the landscape and blend seamlessly with nature in a discreet, respectful way. What do you envision for the future of architecture? I’d like to see a future where architecture has a more symbiotic relationship with nature. There’s a concept called “productive architecture,” which suggests that buildings should not only provide shelter but also contribute positively to their ecosystems. Building is carbon-intensive, but if we integrate technologies that enhance and protect nature while improving people’s lives, the social potential is enormous. I also think we’ll see more mobile, off-grid homes that can be built without relying on existing infrastructure. WE LIVE IN MEXICO CITY BUT WE ALSO SPEND TIME IN TOPANGA, A TOWN IN THE MALIBU MOUNTAINS What’s your lifestyle like? Do you find more inspired in the city or nature? We live in the lively hustle of Mexico City, but we also enjoy spending time in Topanga, a charming town in the Malibu mountains. It's the best of both worlds. Nature inspires me so much; it’s the ultimate design, perfect in every way. I believe we need both solitude and the company of friends to thrive. Without the input of your community, combined with your own experiences, there wouldn't be much to ponder in solitude. What are your dreams for 2025? In 2025, we're looking forward to launching in Europe and becoming more established in that market. My dream is to continue to push our design philosophy and explore new ways to express it as we grow. Son dönemin yükselen tasarımcılarından ATRA’nın kurucusu Alexander Diaz Andersson’ın hayatı için tam bir kültür karışımı diyebiliriz. İsveç’te büyüyen, İspanya’da okuyan ve daha sonra Meksika’nın Yucatan yarımadasına taşınıp orada mobilya denemelerine başlayan Andersson, her kültürün kendisini farklı şekillerde etkilediğini söylüyor. İskandinavya'da yaşamak minimalist estetiğe sahip ilk tasarımlarında etkin olmuş. Meksika ise daha akışkan, rüya gibi formları keşfetmesini sağlamış. Peki ya şimdi? Andersson halen Mexico City’de yaşıyor ve artık tasarıma çok daha geniş bir perspektiften bakıyor. İsveç'te büyüdünüz, İspanya'da okudunuz ve şimdi Mexico City'de yaşıyor ve çalışıyorsunuz. Bize her şeyin nasıl başladığını anlatabilir misiniz? Madrid'den sonra Mérida, Yucatán'a taşındım ve ahşap işçiliğiyle döşemecilik başta olmak üzere geleneksel zanaatın derinliklerine daldım. Hatta bir değişim programı geliştirerek İsveçli usta döşemecileri zanaatkârlarımızla tekniklerini paylaşmaları için getirdim. Yaklaşık dört yıllık bir araştırmanın ardından tasarım dilimizi belirledik ve başlangıcımız olan ATRA sandalye koleksiyonunu piyasaya sürdük. Sonraki 15 yıl boyunca hem markamız hem de üretim tekniklerimiz gelişti. Ahşap ve döşemeden taş, metal ve aydınlatmaya kadar genişledik. Bu süreçte daha heykelsi parçalar yarattık. Bu kültür karışımı çalışmalarınızı nasıl etkiledi? Çalışmalarım son derece nostaljik, hayattaki anıları ve anları yansıtıyor. İskandinavya'da yaşamak daha yapılandırılmış, minimalist estetiğe sahip ilk tasarımlarımı etkiledi. Öte yandan Meksika daha akışkan, rüya gibi formları keşfetmemi sağladı. Tasarımlarım henüz var olmayan, ama çevresiyle uyum içindeki bir yer duygusunu uyandırmayı amaçlıyor. Neden Mexico City'de yaşamaya karar verdiniz? Mexico City'de sizi çeken şey neydi? Uzun yıllar Mérida'da yaşadım ve Mexico City'ye taşınmak bir sonraki doğal adım gibi geldi. Meksika, İsveç ile birlikte mirasımın büyük bir bölümünü oluşturuyor ve her ikisiyle de gurur duyuyorum. Meksika kültür, renk ve çeşitlilik açısından gerçeküstü zenginlikte. İçine çekilmemek imkansız ve bir kez buraya geldiğinizde ayrılmak çok zor. ATRA'yı kurarken hayaliniz neydi ve şimdi bu hayali gerçekleştirdiniz mi? ATRA'yı kurduğumda belirli bir hayalim yoktu. Daha çok Mérida'da yapacak bir şeyler arıyordum. Bağlam açısından Mérida güzel bir şehir, ancak Avrupa'da alışkın olduğum kültürel teşvikten yoksundu. Zamanla hayalim şekillendi ve mobilyadan ziyade birden fazla disiplini bir araya getiren bilinçli bir yaşam tarzı felsefesi oluşturmaya yöneldim. ATRA'nın tasarım yaklaşımını nasıl özetlersiniz? ATRA'da çok bağlam odaklı çalışıyoruz. İster mimari ister mobilya ister iç mekan olsun; durumun, konumun ve alan gereksinimlerinin bize rehberlik etmesine izin veriyoruz. Her proje farklıdır. Bazıları daha müşteri odaklıyken diğerleri tamamen kavramsaldır ve tasarım felsefemizi kısıtlama olmaksızın ifade etmemize izin verir. ATRA'nın birçok yönü var. Söz konusu mobilya olduğunda heykelsi ve fütüristik formlar öne çıkıyor. Tasarımlarınıza neler ilham veriyor? Zaman geçtikçe her koleksiyonun arkasındaki konseptler gelişiyor. Her şeyi birbirine bağlayan ortak nokta ise kalite ve işçiliğe olan bağlılığımız. Kavramsal olarak, geleceğin ütopik fikirlerinden ilham alıyoruz. Amacımız hem kalite hem de vizyon açısından zamansız nesneler yaratmak. Hatta tasarımlarımızın var olduğu bir evren -Dünya 2100- hayal ettik ve bu dünyada, parçalarımızın nesiller boyunca nasıl aktarılacağını öngörerek “gelecekteki emanetler” gibi hikâyeler anlatıyoruz. İşlevsel mobilya mı yoksa koleksiyonluk tasarım mı? Hangisi sizde daha çok etki bırakıyor? İkisini de yaptığımızı söyleyebilirim. Bazı parçalarımız hareketlilik için pratik olmayabilir ama asla rahatsız edici değiller. Tasarım ve sanatın farklı kategoriler olduğuna inanıyorum. Sanatın işlevsel bir amacı olması gerekmiyor, farklı nedenlerle varoluyor. Tasarım ise fiziksel olarak etkileşime girdiğiniz bir şey. Onunla yaşanması gerekiyor. Malibu'daki Villa Contenta ve İtalya'daki Vigna Olivetti gibi mimari projeleriniz var. Sizi en çok heyecanlandıran projeler hangileri? Her projenin kendine özgü bir bağlamı ve zorluğu var. Villa Contenta, ölçeği ve içerdiği detay seviyesi nedeniyle heyecan verici. Ancak şu anda beni en çok heyecanlandıran proje Meksika'nın Pasifik kıyısında tasarladığımız bir kasaba. Son iki yılımızı mimarinin peyzaj içinde nasıl kaybolacağını, doğayla sorunsuz ve saygılı bir şekilde nasıl harmanlanacağını araştırarak geçirdik. Sizce geleceğin mimarisi neye benzeyecek? Hangi unsurlar daha belirgin olacak? Mimarinin doğa ile daha simbiyotik bir ilişki içinde olduğu bir gelecek görmek istiyorum. “Üretken mimari” adı verilen bir kavram var. Bu kavrama göre binalar sadece barınak sağlamakla kalmamalı, aynı zamanda bulundukları ekosisteme de olumlu katkıda bulunmalı. Bina inşa etmek karbon yoğun bir iştir, ancak insanların yaşamlarını iyileştirirken doğayı geliştiren ve koruyan teknolojileri entegre edersek sosyal potansiyel muazzamdır. Ayrıca, mevcut altyapıya dayanmadan inşa edilebilecek daha fazla mobil, şebekeden bağımsız ev göreceğimizi düşünüyorum. Şimdiye kadar tasarladığınız en önemli şey neydi? Benim için ATRA koltuğu. On yılı aşkın bir süre önce firmamızın başarısı için katalizör oldu. Diğer önemli parça ise tasarım dilimizde bir değişime işaret eden Beluga koleksiyonu. Daha serbest biçimli, yaratıcı düşünceye izin veren bir koleksiyon. Yaşam tarzınız nasıl? Şehirden mi yoksa doğadan mı daha çok ilham alıyorsunuz? Hareketli bir şehir ortamı olan Mexico City'de yaşıyoruz, ama aynı zamanda Malibu dağlarında bir kasaba olan Topanga'da da zaman geçiriyoruz. Her iki dünyanın da en iyisi. Doğadan çok ilham alıyorum. Her seviyede mükemmel olan nihai bir tasarım. Yalnızlık ve arkadaşlarla ilgili olarak, işlev görmek için her ikisine de ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. 2025'e yönelik projeleriniz ve hayalleriniz nelerdir? 2025'te Avrupa'da lansman yapmayı ve bu pazarda kendimizi daha fazla kanıtlamayı dört gözle bekliyoruz. Hayalim, tasarım felsefemizi ileriye taşımaya devam etmek ve büyüdükçe bunu ifade etmenin yeni yollarını keşfetmek. for more NEW / Print VOL XIV - FALL & WINTER 2024-25 590,00₺ Price Add to Cart
- TRAVEL | Yuzu Magazine
December 2024 | Travel TURKISH BELOW ANTWERP’s HIDDEN HAVEN a u g u s t words Onur Baştürk When I hopped into a taxi at Antwerp’s central train station heading to August, the driver started chatting without me even asking: “Your hotel is right where all the different neighborhoods meet. On one side, there’s the Orthodox Jewish quarter, right across is the Arab neighborhood, and just nearby, you’ve got the Turkish community”. Once I stepped out of August and went for a walk, I saw he was spot on—the hotel really is nestled right in the middle of all these vibrant neighborhoods, in an area also known as the Green Quarter. In fact, August’s founder and owner, Mouche Van Hool, had envisioned this kind of interaction from the very beginning. Reflecting on the hotel’s fifth anniversary, she says: “Bringing locals and hotel guests together is something I always love when I travel. With August, that’s exactly what I wanted to create—a space for encounters, but also a place that feels like a warm embrace.” And she’s absolutely right about that “embrace.” The moment I walked into the hotel lobby, I thought, “This place feels like a sanctuary, an oasis.” Especially when I spotted the bar to the right of the reception! It’s located in what used to be the chapel of the old monastery, and its combination of grandeur and understated simplicity is nothing short of breathtaking. Right next to it, the restaurant stretches along a long, narrow corridor beneath a sleek black steel and glass roof. I didn’t get the chance to fully experience the restaurant, curated by head chef Gerd Govaerts, but I did sit at that stunning bar, sipping on a margarita while trying the Beef Bun and North Sea Crab Salad. Both were absolutely delicious—fresh, flavorful, and satisfying. A MODERN MEDITATIVE HAVEN August opened its doors in 2019, and its design is the work of Vincent Van Duysen, the legendary architect known for his mastery of “silent luxury.” With August, he’s created what he describes as “a modern meditative haven”—a place where the spirit of historic Belgian architecture meets a sleek, modern sensibility. It’s also a love letter to craftsmanship; everything, from the cabinets to the light fixtures, is custom-made. As for the rooms... I stayed in room 10 on the second floor. The first thing I noticed was the beautiful wooden ceiling panels—perfectly preserved and full of character. They give the room a warm, chalet-like feel. Sleeping under that ceiling at night was an experience in itself—simple, cozy, and utterly peaceful. ! Widget Didn’t Load Check your internet and refresh this page. If that doesn’t work, contact us. ! Widget Didn’t Load Check your internet and refresh this page. If that doesn’t work, contact us. ANTWERP’in SAKLI CENNETİ a u g u s t Antwerp merkez tren istasyonundan taksiye binip August’a doğru yola çıktığımda, taksi şoförü kendiliğinden bana bilgi vermeye başlıyor, “Oteliniz tam da farklı mahallelerin ortasında. Bir tarafta Ortodoks Yahudiler’in mahallesi var, onların karşısında Araplar’ın mahallesi, çok yakınında ise Türkler’in mahallesi”. Sonradan August’tan çıkıp yürüyüş yapınca anlıyorum, otelin konumu gerçekten de tüm bu canlı mahallelerin ortasında -ki buraya aynı zamanda ‘Green Quarter’ da deniliyor. Nitekim August’un kurucusu ve sahibi Mouche Van Hool da en baştan beri bu etkileşimi arzulamış. August’un beşinci yıl kutlamasına dair verdiği görüşte şöyle diyor: “Lokaller ve otel misafirleri arasındaki etkileşim seyahat ettiğimde beni cezbeden bir şey. August ile bunu amaçladım. August karşılaşmalar için alan sunan, ama aynı zamanda kucaklama hissi veren bir yer”. Mouche Van Hool’un bahsettiği kucaklama hissi de doğru. Otel lobisinden içeri girer girmez, “Burası bir sığınak, vaha gibi” diye düşündüm. Özellikle de resepsiyonun sağındaki barı görünce! Çünkü bar, eski bir manastır olan otel binasının şapel kısmında. Dolayısıyla barın ihtişamı ama aynı zamanda müthiş sadeliği tek kelimeyle büyüleyici! Barın hemen yan tarafında ise siyah çelik cam çatı altındaki uzun ince koridor boyunca uzanan restoran yer alıyor. Baş şef Gerd Govaerts'in küratörlüğünü yaptığı restoranı deneyimlemek için vaktim olmadı, ama görkemli barda hem margarita içtim hem de Beef Bun ve Kuzey Denizi Yengeç Salatası’nın tadına baktım. Her ikisi de nefisti, taze ve doyurucu. MODERN BİR MEDİTASYON CENNETİ 2019’da açılan August’un mimari tasarımı mimarlık dünyasında “sessiz lüks" diye tanımlanan tarzın önemli temsilcilerinden efsanevi Vincent Van Duysen’a ait. Tarihi Belçika mimarisinin ruhunu modernizmle harmanlayan Vincent Van Duysen, August için “Modern bir meditasyon cenneti gibi” diyor. Bu cennet aynı zamanda zanaatkârlığa da saygı duruşunda bulunmuş. Çünkü otelin dolaplarından lambalarına kadar her şey özel yapım. Odalara gelince… Ben 2’inci kattaki 10 numaralı odada kaldım. Ve odanın tavanındaki eski ahşap panellerin korunmuş olması dikkatimi ilk çeken özelliklerden biri oldu. Öyle ki, bu ahşap tavan -ki çoğu zaman bir chalet hissi de veriyor- odanın en karakteristik yanı. Geceleri onun altında uyumak iyi bir deneyimdi.
- DESIGN & INTERIORS | Yuzu Magazine
January 2023 | Design & Interiors TR below Urban Farming Office words Alp Tekin photo Hiroyuki Oki Vietnamese studio Vo Trong Nghia Architects has covered its head office Urban Farming Office in Ho Chi Minh City with a vertical farm of fruit trees and plants. Located in the Thu Duc district of the city, Urban Farming Office was designed to be the epitome of low-energy architecture by Vo Trong Nghia Architects. For the implementation, the architecture office says: “Lack of green in cities; It causes various problems such as air pollution, flood and heat island effect. New generations are losing ties with nature. In this project, the core of the office building was constructed using a bare concrete structure. This allowed the possibility to flexibly rearrange as plants grew or changed.” The plant wall, which completely covers the glazed south side of the building, prevents overheating by filtering sunlight and air. Thus creating a shady microclimate for the interiors of the office. Vietnamlı stüdyo Vo Trong Nghia Architects, Ho Chi Minh City'deki kendi merkez ofisi Urban Farming Office'i sebze meyve ağaçları ve bitkilerden oluşan dikey bir çiftlikle kapladı. Şehrin Thu Duc semtinde yer alan Urban Farming Office, Vo Trong Nghia Architects'in düşük enerjili mimarisinin simgesi olacak şekilde tasarlandı. Uygulama için mimarlık ofisi şöyle diyor: “Şehirlerdeki yeşil eksikliği; hava kirliliği, sel ve ısı adası etkisi gibi çeşitli sorunlara neden oluyor. Yeni nesillerin doğayla bağları kopuyor. Bu projede ofis binasının çekirdeği çıplak bir beton yapı kullanılarak inşa edildi. Bu sayede bitkiler büyüdükçe ya da değiştirildikçe esnek bir şekilde yeniden düzenleme olanağı sağlandı”. Binanın camlı güney tarafını tamamen kaplayan bitki duvarı, güneş ışığı ve havayı filtreleyerek aşırı ısınmayı önlüyor. Böylece ofisin iç mekanları için gölgeli bir mikro iklim yaratıyor.
- TRAVEL | Yuzu Magazine
February 2025 | TRAVEL a HYGGE HAVEN in LOFOTEN words Özlem Avcıoğlu Let’s start with the concept of Hygge, a Scandinavian philosophy—particularly rooted in Denmark—that has become increasingly popular as the secret to happiness. Geography plays a significant role in shaping a way of life. Imagine being in one of the Nordic countries, where the majority of the year is cold, rainy, and windy, with six months of darkness. You need something to seek comfort in, and that’s precisely what Hygge is about. At its core, Hygge is the art of creating cozy, inviting spaces. It’s about finding warmth, joy, and relaxation in simple pleasures. And while traveling to Lofoten in Norway during winter can be quite challenging, it’s undoubtedly a journey that embodies the essence of Hygge—offering moments of tranquility, warmth, and an appreciation for life’s simple comforts. Reaching Lofoten in harsh winter conditions requires more than just multiple flight connections—you also have to drive through dark, icy roads. Yet, after an exhausting journey, stepping into Nusfjord Village and Resort felt like wrapping myself in a warm, comforting blanket. The moment I arrived, I turned to my friend and said, “We’re not leaving this place for the next 48 hours!” And that’s exactly what we did—we canceled all other plans and immersed ourselves in the resort’s serene atmosphere. A RESORT THAT FEELS LIKE A VILLAGE Nusfjord Village & Resort is one of the most beautiful resorts I’ve ever stayed in. Nestled at the end of a secluded fjord, Nusfjord is also the oldest fishing village in Lofoten. The history of settlements here dates back to 425 BC. During Nusfjord’s golden era, more than 1,500 people lived in traditional fishing cabins known as Rorbu. Today, aside from the resort, only 16 people reside in Nusfjord year-round. The resort itself is dedicated to preserving the authentic spirit of Lofoten, as it consists entirely of restored Rorbucabins. While these cabins retain their traditional charm, they have been renovated to offer modern comforts and are all situated directly above the water. The resort truly feels like a small village. There’s a charming shop where you can spend hours browsing, along with a café, an art gallery, a spa, outdoor hot tubs, and two exceptional restaurants. Restaurant Karoline specializes in Arctic seafood, offering a superb menu, while Oriana Tavern is the perfect spot for those who love wood-fired pizza. Most of the ingredients used in both restaurants come from local farms and fishermen, ensuring that every meal is incredibly fresh.