top of page
tecla-3d-printed-home1.jpeg

November 2023 | People

CONVERSATION about ARCHITECTURE with ECE CEYLAN BABA

words Onur Baştürk

Yeditepe Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ece Ceylan Baba ile ilk yüz yüze sohbetimiz bir “hayat ağacı”nın altında gerçekleşmişti. O “hayat ağacı” tanıdık bir yerdeydi.  Antalya-Side’deki Paloma Finesse içinde 2020 yılında açılan Yuzu Garden’ın simgesi olan Ficus Australis. İşte o nefis bahçede Ece ile yaz başında bir araya gelmiş ve sürdürülebilir mimari ile yakın gelecekte dünyaya hakim olması beklenen mimari yaklaşımları konuşmuştuk. Elbette her konu “Yuzu Weeekend” kapsamında yaptığımız o günkü konuşmaya sığmamıştı. O yüzden buraya, o konuşmanın devamında yaptığımız uzun röportajı yayınlamak istedim. Çünkü Ece’nin söyleyecekleri hepimizi yakından ilgilendiriyor!

 

Mimarların amacı şaşırtmak mıdır yoksa çözümler sunmak mı? Yoksa ikisi birden mi?

 

Mimarlık insana ait her türlü mekanın üretildiği bir meslek alanı. Ayrıca mimarinin, çağına ait pek çok bilgiyi mekan üzerinden sonraki nesillere aktarmak gibi bir iddiası ve misyonu var. Bu mekanların içinde gündelik hayatta kullandığımız ve kullanmaya devam edeceğimiz mekanlar da, sarsıcı ve bazen spekülatif olması gereken mekanlar da var. Bu durum, binanın türüne, yerine ve vermek istediği mesaja göre değişiklik gösteriyor. Sadece şaşırtmaya odaklanan bir mimari yok… Ancak bu, bazı binaların şaşırtıcı derecede yeni bir söz söylemesine engel değil. 

 

BİRİ ÜTOPYA, DİĞERİ DİSTOPYA 

 

Mimarların “dünyayı kurtarma, iyileştirme” projelerine nasıl bakıyorsunuz?
Mesela BIG’den Bjarke Ingels’in “Masterplanet” projesi ya da Liam Young’ın kurgusal “Planet City” filmi. Mimarlar gerçekten dünyayı iyileştirebilir mi? 

 

Dünyayı kurtarma ya da iyileştirme argümanı tek bir meslek alanı için oldukça iddialı. Öte yandan mekanın dönüştürücü gücüne inanırım. İnsan, içinde yaşadığı mekanlardan, mekanlar da insanlardan etkilenir. Birbirine katkı sunan iki canlı organizma gibi beraber şekillenirler. Bu açıdan bakıldığında, mimarinin insan yaşamına olan etkisi oldukça güçlü. Dünyanın kaynakları tükeniyor, yine de evren kendi kendini onarabilecek yeteneğe sahip. Ancak içinde yaşadığımız çağda çok sayıda kriz bulunuyor ve çeşitli meslek insanları tarafından insanlığın sonunun gelmesini ötelemek amacıyla çok sayıda önlem alınıyor. Mimarlık alanında da sürdürülebilir tasarım ilkeleri, enerji verimliliği ve çevre dostu malzemelerin kullanılması gibi çeşitli konular 21. yüzyılda önem kazandı.

Masterplanet ve Planet City yaklaşımları bu anlamda farklı argümanlara sahip. Bir tür dualite olarak tanımlayabiliriz. Biri ütopya diğeri distopya olarak iki düşsel çalışma… BIG’nin Masterplanet projesi, iklim krizine karşı dünyayı bütüncül olarak ele alan ve tüm dünya nüfusunun benzer ideal-kentsel mekanlarda yaşadığı öngörülen bir dünya düşü. Dünya için bir masterplan önerisi sunan proje bazı özellikleriyle bir ütopyayı anımsatıyor. Çevre sorunlarına toplam bir çözüm ile yaklaşıyor ve teknolojiyi projenin odağına yerleştiriyor. Günümüzdeki bina ve hatta kent ölçeğindeki önlemlerin yetersizliğine vurgu yaparak gezegen ölçeğinde bir tasarlama eylemi öneriyor. 

 

“Planet City” filminde ise Liam Young, sömürgeleştirmenin ve küreselleşmenin ekonomi ile olan güçlü ilişkisini metropoller üzerinden yeniden okuyan, alışılagelmiş düşünceleri ters köşe yapan bir distopyayı konu alıyor. Yaklaşık 10 milyar insanın yaşadığı bir dünyada, alınan ortak bir kararla dünyanın geri kalanının vahşi doğaya teslim edilmesi üzerine kurulan hayali bir şehirdeki yaşananları anlatıyor. Spekülatif bir bilim kurgu özelliği taşıyan film, iklim değişikliğinin çevresel bir sorun olmadığını, aksine siyaset kaynaklı ve ideolojik bir sorun olduğunu öne sürüyor. İki çalışma da mimarlar tarafından üretilmiş, hayata geçme iddiası taşımadan tasarlanmış özgün düşünceler. Manipülatif özellikleri ile iklim krizine dikkat çekmek isteyen projeler, çizgi dışı fikirlerle mimarinin kent, kentsel yaşam, çevre ve hatta gezegen ölçeğindeki olası ihtimallerini sorguluyor. 

 

Geleceğin evleri şehir şebekesinden tamamen ayrılmış, kendi kendine yetebilen evler mi olacak? Yoksa bu konudaki çabalar fazlasıyla bireysel mi kalacak?

 

Kent, yapılı olan çevresi, yapılı olmayan çevresi ve içinde yaşayan kentlilerin yaşamları ile var olur. Bu durum karmaşık bir örüntüdür ve doğası gereği içinde tekilliği barındırmaz. Kendi kendine yetebilen ev(ler) kavramı da bir süre sonra benzer yaşamları içinde barındıran bir ilişki ağına dönüşmeye mahkum. Bu sebeple gelecekte de kentler, bireysel olmayan, birlikte/bir arada olmayı kutsayan bir yaşamı mümkün kılacak diye düşünüyorum.

 

3D PRINT İLE YAPILAN BİNALARIN SAYISI ARTACAK 

 

Temiz enerji üretimini ve karbon ayak izini azaltan sürdürülebilir inşaat yöntemleri artık en çok konuşulan şeyler. Özellikle de 3D ile yapılan ev projeleri. Mimarlık stüdyoları bu bilince sahip, ama proje talep edenler sizce yeterince bu bilince sahip mi? 

 

Sürdürülebilir bir bina inşa etmenin en temel yöntemi bağlamsallığı benimsemek. Yere ait malzeme, yere ilişkin iklim verileri, kültürel bilgiler ve yapma yöntemleri kullanılırsa hem karbon ayak izi en aza indirilebilir, hem de yere ait yapma/etme/inşa etme yöntemlerinin çağdaş yorumları üretilebilir. Günümüzde üç boyutlu yazıcılar ile bazı mimari uygulamalar yapılmakta. Ancak, inşa edilen yapılarda kullanılan hammaddenin çevre dostu olması konusunu önemsiyorum. Doğada yok olamayacak malzemelerin seçimi ileride başka sorunlar üretebilir. İleri dönüşüm ya da geri dönüşüm yöntemleri ile kullanılan hammadde konusunda önemli çalışmalar yapılıyor. Yakın gelecekte, gelişen teknoloji ile üç boyutlu yazıcılar ile inşa edilen yapıların sayısının artabileceğini düşünüyorum.

 

SLA’NIN KOPENHAG’TAKİ YAPISI OLDUKÇA İYİ BİR ÖRNEK 

 

Yeşilin ön plana çıkarıldığı, hatta başrolde olduğu mimari tasarımlarla artık daha sık karşılaşıyoruz. Binaların çatı alanlarında organik tarım alanları, mini parklar yaratılması mesela. En çarpıcı örnek, SLA’in projesini yaptığı, Kopenhag’daki enerji santralinin dik eğimli çatısına yapılan peyzaj tasarımı. Tüm bunlar sizce yeterli mi? Yoksa tüm bunlar sadece "greenwashing" yani "yeşil aklama" olayı mı? 

 

Mimaride sürdürülebilir tasarım yaklaşımları çok paydaşlı, farklı disiplinler ile ilişkili ve bütüncül olarak ele alınması gereken bir konu. Malzeme seçimi, dönüşebilir/adaptasyon yeteneği olan program ve işlevlerin varlığı, yapının bulunduğu coğrafya ile kurduğu ilişki, enerji verimliliği, doğa dostu inşaat teknolojilerinin kullanılması gibi çok farklı alanı içinde barındırıyor. Şehirden alınan toprak parçasını, devasa bir yapının cephesine ya da çatısına konumlandırılan sınırlı yeşil ile doğaya geri veremeyiz. Ya da sadece “yeşil bina” sertifikası alarak, bunu bir pazarlama argümanı gibi kullanabilmek için sürdürülebilir olmayan bir binaya sonradan eklenen bazı yeşil dokunuşlarla onu sürdürülebilir hale getiremeyiz. 

 

Bu konu tasarımın ilk safhasından itibaren başlayan, kullanıcıları ile devam eden, yaşamın içinde döngüsel, canlı ve  bütüncül bir sürece sahip olmalı. Bunun dışındaki her durum, bir tür yeşil aklama örneğine dönüşme potansiyeli taşıyor. SLA’nın Kopenhag’daki yapısı -yakın zamanda yerinde de gözlemleme fırsatı buldum- kentteki konumu ve tasarım yaklaşımından ötürü oldukça iyi bir örnek. İşlevinden ötürü kamusallaşması mümkün olmayan bir yapının çatısını kentle bütünleştirip kamusallaştırabilen, bariyerleri güvenli bir şekilde ortadan kaldırabilen, özgün bir fikre sahip. 

 

DAHA FAZLA YEŞİL TAHRİBATI KONTROL ALTINA ALINABİLİR

 

Önümüzdeki on yılda bizi yeşilin arttığı şehirler mi bekliyor? Bu konuda iyimser misiniz? 

 

Araştırmalar, dünyadaki nüfusun artmaya devam edeceğini ve buna paralel olarak, şehirlerde yaşayan nüfusun kırsal bölgelerde yaşayan nüfusa oranla artış eğiliminde olacağını gösteriyor. Kent yaşamı hâlâ cazip ve cazibesini koruyacak gibi görünüyor. Bu sebeple, önümüzdeki on yılda kentlerde inşa etmeye olan ihtiyacın artacağını söyleyebiliriz. Bir noktaya vurgu yapmak isterim: Şehirlerdeki atıl yapı stokunun yeniden işlevlendirilmesi, gerçekten gerek olmadıkça daha fazla yeşil tahribatının yapılmasını kontrol altına alabilir. Mevcut yapıların verimliliğini artırmak, paylaşımlı mekan kullanımlarını destekleyen politikalar geliştirmek gibi yöntemler benimsenmezse, bu konuda iyimser olduğumu söyleyemem. 

 

DÜNYANIN VAHŞİ DOĞAYA TESLİM EDİLMESİ İMKANSIZ 

 

Yapmamız gereken gerçekten dünyanın önemli bir kısmını yeniden vahşi doğaya teslim etmek mi? Kurtuluşumuz bu mu? Ne dersiniz? 

 

Aslında bu sorunun yanıtını bir önceki soruda yanıtlamış oldum. Dünyanın vahşi doğaya teslim edilmesinin mümkün olduğunu düşünmüyorum. Artan nüfus ve çağın getirdiği yeni mekan ihtiyaçlarına paralel olarak kentlerdeki yapılar artma eğiliminde olmaya devam edecek. Ancak, “yapmak” eylemine odaklı bir politika ile bu durumu daha da vahim çevresel sorunlar üretecek hale getiriyoruz. Yapmadan önce, mevcut olanı yeniden kullanabilmenin ihtimallerini sorgulamanın kurtuluş yollarından biri olduğuna inanıyorum. Bir diğer konu da inşaat teknolojisinin günümüzde ulaştığı seviye ve içinde bulunduğumuz kapital odaklı düzenin getirdiği mega ölçekli projelerin üretilmesine olan iştahın çok canlı olması.  

 

40’LI YAŞLARIM BANA KUSURLU HALİN GÜCÜNÜ ÖĞRETTİ

 

20’lerinizde, dünyaya, şehirlere ve mesleğinize nasıl bakıyordunuz? Aradan geçen sürede vizyonunuzda neler değişti, neler aynı kaldı?

 

Harika bir soru! Aslında, meslek yaşamımın başında, bir projenin, araştırmanın, binanın ya da metnin kusursuz olması amacı ile çalışırdım. Bunun olabileceğine inanırdım ve doğru planlama ile bu amacın mümkünlüğünü düşlerdim. Yıllar sonra, özellikle de ideal mekan, ideal kent arayışları konusunda derinleşmeye başladıkça, idealize edilmeye çalışılan mekanın gelişime kapalı, totaliter ve durağan olduğu gerçeğiyle yüzleştim. Oysa insan değişen bir canlı, mekanlar da öyle… Aralarında simbiyotik bir ilişki var… Bugün, 40’lı yaşlarım bana kusurlu halin gücünü öğretti. Planlanan, ideal düşün değil; kusurlarıyla var olan gerçeğin ne kadar değerli olduğunu farkettim. Bence dünya da kentler de kusurları ile beraber özgün ve bu sayede birbirinden ayrışıyor ve gelişiyor. Biz insanlar da aynı akışta evrimsel yolculuğumuza devam ediyoruz.

bottom of page