Mart 2022 | Seyahat | İtalya
NAPOLİ’DE BİR GÜN
Yazı ve Fotoğraflar | Sezgi Olgaç
07.00
“O Sole Mio”
“Ne güzel şey güneşli bir gün Hava ne dingin fırtınadan sonra Ama başka bir güneş var ki
O benim güneşim;
Senin yüzünde.”
Fırtına ve güneşi, kaos ve dinginliği, düşle gerçeği bir çiçek dürbününden bakar gibi izlediğim bir şehirden söz edeceğim size. Evet, burası herhangi bir şehir değil. Mergellina’da yüksek bir noktadan Napoli’de günün doğuşunu izlerken bunu daha iyi anlıyorum. Güneşin ilk ışıkları Vezüv’ün koynundaki kırılgan bir sevgilinin yüzünü aydınlatır gibi dökülüyor şehrin üzerine. Napoli için yazılmış eski, yeni tüm şarkılar kulağıma birer birer çalınıyor. Bir amfitiyatro gibi denizin kıyısına yerleşmiş bu şehirde baş başalığımızın tadını çıkaracağımız yeni günü karşılıyoruz.
08.00
Gran Caffè Gambrinus
Belle Époque dönemine doğru yola çıkmanın tam saati. Piazza Trieste e Trento’daki tarihi Gran Caffè Gambrinus’ta içeceğim bir fincan espresso çıkaracak beni bu yolculuğa. 1860 tarihli bu zarif barda tüm baristalar şık, tüm masaların üzerinde vazoda birer karanfil. Napolililer espressoyu sohbete katık edercesine, acelesiz ve ayaküstü içiyorlar. Napolili olmadığım yüzümden okunmuyormuş gibi ben de kahvemi barda, ayaküstü içiyorum. Oscar Wilde, Ernest Hemingway, Jean Paul Sartre’ın yollarını düşürdüğü, nice Canzone Napoletana’ların sözlerinin kâğıtlara döküldüğü bir yer burası. Napoli’yi bir de zaman tünelinden geçer gibi, yüzyıllar arasında mekik dokuyarak gezmek isterdim diye düşünüyorum. Kahvemi içip biraz daha hayal kurduktan sonra Piazza Plebiscito’nun güneşli kalabalığına karışıyorum.
09.00
Düşle gerçeğin arasında: Palazzo Reale
Günün 24 saati önünden geçen kalabalıklardan içindeki cevherleri saklamayı başaran Napoli Kraliyet Sarayı’ndayım. Mermer merdivenleri adım adım tırmanıyor, yüksek tavanlara bakarken başımın dönmesine, nefesimin kesilmesine aldırmıyorum. Bu bembeyaz duvarlar, kusursuz heykeller bana şu sözleri fısıldıyor: Bu şehir bir zamanlar krallar ve kraliçelerin şehriydi. Etkileyici giriş kat ve merdivenlerden sonra koridorlar ve odaların labirenti içinde kaybolarak Bourbon kral ve kraliçelerinin dünyasına dalıyorum. Görkemli salonlar, yemek odalarından sonra sarayın içinde yer alan opera salonu Teatrino di Corte’ye geçiyorum. Salon IV. Ferdinand ile Maria Karolina’nın evlilik kutlamasına da tanık olmuş. Duvarları süsleyen Apollo ve esin perilerinin heykelleri, salonun büyüsünü daha da artırıyor.
10:00
Tam ortasındayım: Spaccanapoli
Şehrin nefes alıp verdiğini hissetmeye, kendine has karakterleriyle bugünün Napoli’siyle kucaklaşma vakti. Spaccanapoli gerçekten de Napoli’nin orta yeri. Kelime anlamının birebir karşılığı “Napoli’yi bölen” anlamına geliyor. Bu daracık, upuzun caddede yürürken her adımda başka bir sürprizle karşılaşıyorum. Napoli’nin efsanevi futbolcu Maradona ile olan sarsılmaz gönül bağı, Spaccanapoli’de kahvesini içtiğim Bar Nilo’da elle tutulur, gözle görülür hale gelmiş. Bu minicik kafenin duvarını süsleyen Maradona mabedi, unutulmaya yüz tuttuğu dönemlerde Napoli’ye iki İtalya Şampiyonluğu ve bir UEFA kupası şampiyonluğu hediye eden Maradona’ya adanmış küçük bir tapınak. Saç tellerinin durduğu küçük çerçevenin yanında, üzerinde 1991 yazan (Maradona’nın İtalya’dan ayrıldığı yıl) küçük bir şişe iliştirilmiş. Altında da “Napoli’nin Gözyaşları” yazıyor. Maradona’nın ardından Napolililerin döktüğü gözyaşlarını simgeliyor bu küçük şişe. Bu cadde üzerinde Napoli’nin sembolik lezzetlerinden ricotta peynirli enfes tatlısı Sofgliatella ve küçük simitlere benzeyen Taralli’yi ayaküstü tadıp Caravaggio ile göz göze gelmek üzere adımlarımı hızlandırıyorum.
11.00
Caravaggio’dan Banksy’ye
Via dei Tribunali ve Vico dei Zuroli’nin kesiştiği yerde buluşacağız. Randevum Barok döneminin en iyi ressamlarından Michelangelo Merisi da Caravaggio ile. 1600’lü yıllarda bir hayır kilisesi olarak kurulmuş Pio Monte della Misericordia’dayım. Sessiz sedasız kiliseden içeri girdiğimde tam karşımda, 1607’den beri bu kilisenin altarında duran Caravaggio eseriyle göz göze geliyorum: Seven Works of Mercy. Keskin kontrasları, “chiaroscuro” tekniğinin derinliğini, aydınlık ve karanlığın mücadelesini uzun uzun izliyorum. Kilisenin hemen önündeki küçük meydanda karşıma çıkan Caravaggio graffitisi beni modern dünyaya geri çağırıyor. Bu zarif meydanı ve graffitiyi de fotoğrafladıktan sonra Piazza Gerolomini’ye ilerliyorum. Burada beni gerçek bir Banksy işi bekliyor: “Madonna with a Pistol”. Zarar görmemesi için cam bir panelle korunan bu çarpıcı işe bakıp Napoli’yle çok iyi anlaştığımızı düşünüyorum.
12.00
L’Antica Pizzeria da Michele
“Ye, Dua Et, Sev”de Julia Roberts’ın canlandırdığı ana karakter Pizzeria Da Michele’ye gelir ve şöyle der: “Pizzamla ateşli bir ilişki yaşıyorum”. Burada ısmarladığım Pizza Margherita Doppia (Duble) Mozzarellamı yerken bu cümleyi tüm hücrelerimde hissediyorum. Dünyanın en ünlü müzelerindekine yarışır bir kuyrukta bekledikten sonra bu otantik mekandaki yemek deneyimim, en unutulmazlardan biri olarak hafızamda yerini alıyor.
13.00
Anlat Napoli
“Merdivenli yolların kaç basamaktan oluştuğundan, kemer kavislerinin açı derinliğinden, çatıların hangi kurşun levhalarla kaplandığından söz edebilirim sana; ama şimdiden biliyorum, hiçbir şey söylememiş olacağım sonunda. Zira bir kenti kent yapan şey bunlar değil, kapladığı alanın ölçüleri ile geçmişinde olup bitenler arasındaki ilişkidir.”
Italo Calvino’nun Görünmez Kentler kitabında okuyup her satırına hayranlık beslediğim bu sözleri Napoli’yi de çok iyi anlatıyor. 2000 yıllık bir şehir bu, “bir elin çizgileri” gibi geçmişin üzerinde barındırdığı izleri, Homeros’un Odysseia’sına kadar uzanıyor. Kirke’nin Odysseus’u yola çıkarken kendini Sirenlerin tehlikeli cazibesine karşı koruması için uyardığı sular, Napoli Körfezi’nin suları. Odysseus Napoli açıklarında Sirenlere rastladığında Kirke’nin önerisiyle mürettebatının kulaklarını balmumuyla kapatıyor. Odysseus’u şarkılarıyla etkileyemeyen sirenlerden Parthenope kendini sulara atıp kıyıya vuruyor. O zamanki adıyla Parthenope’nin, Napoli’nin hikâyesi de böyle başlıyor. Anlatacak binlerce hikâyesi olan bu şehirde geçmişin en çarpıcı izlerini birkaç saatliğine Napoli Arkeoloji Müzesi’nde, bir gün boyunca da Pompeii Antik Kenti’nde görmek mümkün. Napoli’yle olan aşkımız zamanla yarıştığından, beni bekleyen küçücük, güneşten damlamış bir parçaya benzeyen Procida adasına doğru yola çıkıyorum.
15.00
İhtiyacı olanlar için şiirler: Procida
45 dakikalık Aliscafo yolculuğum sonrası Napoli’den Procida’ya ayak basıyorum. Güneşten sararmış, pastel renkli cepheleriyle küçük, kutu gibi evlerin yan yana dizildiği kıyı şeridi bana hiç yabancı değil. Napoli ve Amalfi Kıyıları için yazılmış bazı rehberlerin kapaklarında Procida’nın fotoğrafı var. Aynı zamanda Napolili oyuncu Massimo Troisi’nin naif bir postacıyı canlandırdığı, Neruda’yla olan dostluğunu anlatan Il Postino filmine ev sahipliği yapmış bir ada burası. Filmin birçok sahnesinin çekildiği Marina di Corricella’da verdiğim tatlı ve kahve molasında, filmde geçen şu repliği hatırlıyorum: “Şiir onu yazana değil, ona ihtiyacı olana aittir.”
Hemen yukarıda, Santa Maria delle Grazie Kilisesi’nin olduğu meydana vardığımda ise aniden bir başka filme ışınlanıyorum. Scooter’ı ile ‘Mongibello’nun yokuşlarından aşağı inen Dicky Greenleaf sanki tam karşımda. Yetenekli Bay Ripley filminin de kimi sahnelerinin çekildiği Procida’da yapılacak en güzel şey adaya yüksek bir noktadan bakmak. Kendini devasa bir kartpostalın ya da yalnızca ihtiyacı olanların okuduğu bir şiirin içindeymiş gibi hissetmek.
18.00
Ferrante’nin Ischia’sı
Aynı günde hem Procida hem Ischia’yı görmek delilik olabilir. Seyahatlerin bizi alışkanlıklarımızın dışına çıkaran hikâyelerle güzelleştiğine inanan biri olarak rotamı tereddüt etmeden Ischia adasına çeviriyorum. Çok sevdiğim Napoli Romanları’ndan iyi tanıyorum Ischia’yı. Birçok Napolili gibi, Romanların kahramanları Lila ve Lenu da yaz tatillerini burada geçiriyor.
Napoli Körfezi’ndeki en büyük volkanik ada olan Ischia, tıpkı Procida gibi uzun yıllar Capri ve Amalfi Kıyıları’nın gölgesinde kalarak daha az turist ağırlamış ve daha otantik kalabilmiş. Adaya Forio limanından varıp bu bölgede küçük bir kitapçı, limoncello molasına çağıran kafeler, sokak standları, bembeyaz kiliselerle dolu bir keşif turu yapıyorum. Adayı terkederken aklımda kalacak son imgenin Castello Aragonese’ye ait olmasını istediğim için bir başka limana, Ischia Ponte’ye geçiyorum.
Aragonese Kalesi, MÖ 4. yüzyıldan beri aynı yerde duruyor. Benim için Yetenekli Bay Ripley ve HBO’nun Napoli Romanları adaptasyonu My Brilliant Friend dizisinden de tanıdık. Ischia, Roma döneminden kalma bu epik kalenin gölgesinde denize girmeyi de mümkün kılan büyülü bir ada. Birbirinden fotojenik plajları, ikonik şemsiyeleriyle Mezzatorre Hotel’i ve Giardini La Mortella botanik parkına gitmeyi, Ischia’yla bir sonraki buluşmamıza saklıyorum.
21.00
Teatro di San Carlo
Kısa bir vapur yolculuğundan sonra Napoli beni romantik bir gün batımıyla karşılıyor. Günün son durağı, yaşayan opera binalarının en eskisi olan San Carlo Tiyatrosu. 1737 tarihli bu salondan 15 yaşındayken babasıyla buraya konser dinlemeye gelen Mozart da, İtalya sahnelerine ilk kez burada adım atan Leyla Gencer de geçmiş. Devasa tavanında Apollo ve Minerva’yı konuk eden süslemeleri, kraliyet locası, görkemli sahnesi, perdesi, sahnenin tam üzerinde, Kronos ve Sirenlerin akrep-yelkovanını elinde tuttuğu saatiyle burası adeta bir müze. Hem de opera salonu. Bu nedenle opera dinlemenin dışında rehberli turlara katılıp tarihçesini ve bilinmedik yönlerini öğrenmek de büyük bir keyif.
24.00
Via Partenope
Madem Napoli’nin hikayesi Parthenope efsanesiyle başlamış, ben de günü Via Partenope’de, Castel dell’Ovo’yu, balıkçı teknelerini, Vezüv’ü, ayın Napoli Körfezi’ne yansıyan ışıklarını izleyerek bitirmeliyim. Adına yazılmış romanlar, söylenmiş canzone’ler, bestelenmiş operalar, uğruna dikilmiş kraliyet sarayları, heykeller, hakkında yüzyıllardır anlatılan efsaneleri düşünerek... Bu her şeyiyle “gerçek” ve bakmasını bilenler için “olağanüstü” şehri tanıdığıma bir kez daha sevinerek.